21 Mart 2012 Çarşamba

Babam ve İpek

Bugün 21 Mart, Bahar bayramı, yılbaşı. Güneşin yüzünü kuzey yarım kureye döndürdüğü, toprağın canlandığı gün. Bütün varlıklar için uyanış, diriliş ve yaratılış günü. Kutlama, yenilenme, canlanma günü.

Babam 21 Mart 2009 tarihinde vefat etti. Cumartesi günüydü. Babamın vefat etmek için 21 Mart tarihini seçmiş olması, o gün ve sonrasında olanlar, babamı tanımak ve hayatı tanımak adına bana çok şey öğretmiştir.

Babam vefat etmeden bir süre önce eşim bana evlenme teklif etmişti. Zaten birlikteydik elbette, teklif bir prosedürdü ancak bu durum aileleri işin içine sokmak anlamına geliyordu. Ben ketum bir insan olarak (gerçi artık ne kadar ketumum bilemiyorum) eşimle ilişkimi hop diye bizimkilere söylememiştim. Eşim de zaten ailesinden ayrı şehirde yaşıyor ve uzun bir süre de İzmir'e gidememişti ve bu güzel gelişmeyi yüzyüze söylemek istiyordu. Ben anneme ve ailenin diğer üyelerine söyledim, eşimi ablamlarla tanıştırdım, sırada babama anlatmak vardı. Şimdi düşününce saçma bir tereddüt ve çekingenlik içindeydim. Eşimin benden yaşça büyük olması ve bir önceki evliliğinden yetişkin bir çocuğunun olması karşısında babamın ne tepki vereceğini bilemiyordum. Ablamlar eşimle tanışınca çok beğendiler ve sevdiler. Benim ne kadar aşık olduğumun da farkındaydılar. Annem de benim ne kadar aşık ve mutlu olduğumu görüyor ve sesini çıkarmıyordu zaten. Abimler de gayet anlayışlı yaklaştılar. Babamın da aynı şekilde yaklaşacağını biliyordum ama son zamanlarda kulakları da pek duymadığı için nasıl anlatıcam diye saçma bir tereddüt içindeydim. Ne kadar anlamsız ve gereksiz bir tereddüt olduğunu yine babam gösterdi.

Bir gün önce Cuma akşamı eşim İzmir'e gitti, mutlu haberi ailesiyle paylaştı, beni anlattı. Onlar da sevindiler, hemen tanışma, görüşme planları yapılmaya başlandı. Ertesi sabah babam vefat etti. Babamın cenazesi ikindi namazında olacaktı. Sabah eşime haber verdim, o da ilk uçağa yetişmek için yola çıktı. Babamın vefatının detaylarını yazmayacağım. Ölüm hayatın bir parçası ve ölen kişi için kötü birşey değil, güzel bir yolculuğun devamı, biliyorum. Konu o kişinin yakınları ile ilgili, bu ölüm karşısında ne yaşadıkları ve ne öğrendikleri ile ilgili. Babamın vefatının bende izleri derin oldu. Ancak bu yazının konusu bunlar değil.

Eşim uçaktan iner inmez camii'ye geldi. Hatta yolda karşılaştık. Benim yanımdaydı hep elbette. Ablamlarla zaten tanışmıştı, annem ve iki abim ile cenazede tanıştı ve babamla da tabii ki. Fiziksel olarak el sıkışmadılar belki ama bence çok daha derin bir tanışma oldu.

O gün orada yakın-uzak akrabalarımız, dostlarımızla birlikte belki de eşimin uzun yıllar hiç karşılaşmayacağı tanıdıklarımıza kadar herkes vardı. Neticede akrabaların hepsi ile öyle hemen tanışmayacaktı, belki nikahta, belki yıllar sonra, belki de bazılarıyla hiç tanışmayacaktı. Cenazede herkes eşimi fark etmiş. Ailenin yanında, özellikle benim yanımda sürekli duran yabancı kişi kimsenin dikkatinden kaçmamış elbette. Ortam üzücü de olsa insanların antenleri her daim aktif sonuçta. Eşim nerede nasıl davranacağını bilen, duyarlı ve becerikli bir insandır. Ön sırada namaz kıldı, omuz verdi, mezarına toprak attı, çiçek dikilmesine, su dökülmesi yardımcı oldu, kısacası her zamanki gibi ortalığı hemen organize etti.

Akşam bizim evde dua olduğu sırada, bazı kuzenler sordu biz de söyledik kim olduğunu. O akşam insanlar bizim evden ayrılırken bana önce "başın sağ olsun" dediler, ardından "damat beyi çok beğendik, hayırlı olsun, Allah tamamına erdirsin" dediler. Düğün ve cenaze filmi gibi. Babam herzaman esprili, neşeli, keyifli bir adamdı. Bulunduğu ortamı neşelendirmeyi de iyi bilirdi. Hem eşimi ailenin tam ortasına getirdi hem de o günü böyle enteresan bir şekilde yaşamamı sağladı.

Babam güçlü, kuvvetli, becerikli, elinden her iş gelen, zeki, çok çalışkan bir adamdı. Küçücük yaşından itibaren çalışma hayatına atılıp, sıfırdan bir işletme yaratmış, kendi tasarımı makinalar üretmiş, etrafında çok sayılan ve sevilen biriydi. Küçükken babama çok düşkündüm, benim için süper kahraman gibiydi. Ancak ben 14 yaşındayken kısmi felç geçirdi. Kısa sürede iyileşti ancak tam olarak eski sağlıklı günlerindeki gibi değildi. İş hayatını yavaş yavaş bıraktı. Ben üniversitedeyken ise ikinci kere kısmi felç geldi ve biraz daha sağlığı bozuldu ve gittikçe bozulmaya devam etti. Son zamanlarında zar zor yürüyor ve kulakları neredeyse hiç duymuyordu. Öldüğünde ben 33 yaşındaydım. Kısacası ben babamın daha çok hasta halini gördüm. Sağlıklı, canlı, aktif olduğu zamanları çok az hatırlıyorum. Babamın eski hallerini bilen insanlarla tanışınca da bana hep babamı anlatsınlar istiyorum. O zaman babamın gerçek halleri kafamda canlanıyor.

Kızlar babalarına benzeyen erkeklerle evlenirlermiş, eşimin bir çok özelliği babama o kadar çok benziyor ki, halen bu durum beni şaşırtmaya devam ediyor. Elbette babamın eşimi tanımasını çok isterdim, eminim çok iyi anlaşıcaklardı.  Ancak babamla ve ailenin geri kalanıyla bu şekilde tanışması benim için üzücü olmadı hiç. O günden itibaren hemencecik ailenin bir parçası oluverdi. Bence babam herşeyi olması gerektiği gibi organize etti. Zaten birçok şeyi bizim adımıza önceden düşünüp, yapmış bir insan olarak yine kendini gösterdi.

Evlendikten sonra mutfakta bir masaya ihtiyacımız oldu. Alt tarafı bir masa ama ben şöyle mi alsam, şurdan mı alsam diye düşünüp dururken, bir gün işyerine bir adam geliyor ve abimlere "benim yıllar önce babanıza borcum vardı, ödeyemedim, şimdi masa imalatı yapıyorum size bunlardan vermek istiyorum" diyerek herkese birer tane masa verdi. Bu olay karşısında benim ilk aklıma gelen, babamın öldükten sonra bile halen ihtiyaçlarımızı karşıladığı oldu.

Vefatından önceki son yıllarda babam doğumgünlerimizde bize altın hediye etmeyi adet edinmişti. Özel günlere de çok önem verir ve parası olduğunda dönem dönem alır, biriktirirdi. Eş, dost akrabaya özel günler için verilecekler ile birlikte hepsinin teker teker yeri belliydi. Bu altın, Ayşenin çocuğunun doğumunda verilecek, şu altın  Fatma'nın çocuğunun sünnetinde verilecek, şunlar çocukların doğumgününde vs. Geçen ay yeğenim sünnet olduğunda annem, "baban Can'ın sünneti için altınını hazırlamıştı yanlış hatırlamıyorsam bir bakiyim" dedi. Gerçekten de varmış ama yanında bir altın daha varmış. Son iki altın... biri Can için ve sanırım biri de İpek için. İpek'in ilk doğumgünü için.

Babam kız çocuklarını çok severdi. Ablamın doğduğu 60'lı yılların başında, insanlar kız çocukları oldu diye suratlarını asarlarmış. Babam yaşasın kızım oldu diye hastanedeki bütün hastabakıcı ve hemşirelere bahşiş dağıtmış, hastanedekiler çok şaşırmış.  İpek'i tanısaydı ne yapardı bilemiyorum. Ayrılamazlardı herhalde. Yemek için yaşayanlardan olan, börek, çörek, hamurişi düşkünü babam, daha dişleri bile çıkmadan börekleri eliyle hapır hupur yiyen torunuyla karşılıklı börek yemekten acayip mutlu olurdu herhalde. Haftasonu balık yemeğe gittiğimizde İpek'e lakerda yedirdim. Çok hoşuna gitti, bayağı yedi. Babam da çok severdi. Biz de "İpek kimin torunu olduğu yine belli etti" dedik.

16 Mart 2012 Cuma

İzmir seyahati

Geçtiğimiz haftasonu İzmir'e gittik. Kurban bayramından beri İpek'le yaptığımız ilk uzun seyahat oldu. Babaannemizi, amcalarımızı, yengemizi ve en önemlisi çiftliği görmeyeli uzun zaman olmuş.

Perşembe akşam yola çıktık. Babamız en sonunda araba koltuğunu taktığı için ilk defa bu seyahatte denedik. İpek kız'ın koltuğa ilk oturduğu hali çok komikti daha doğrusu kuruldu diyim. Elleri yana koydu ve etrafı incelemeye başladı. Gece seyahati olduğu için evdeki gibi uyudu, uyandı, emdi, tekrar koltuğuna koydum uyumaya devam etti. Gece 03:00 civarı İzmir'e Karşıyaka'ya vardık. Babaannesi ve amcası bizi evde bekliyorlardı. İpek gelir gelmez uyandı, etrafına bakındı neler oluyor, ben neredeyim diye. Babaanne ve amcaya hemen atlamadı tabii ki, biraz seyretti kim bunlar diye... veeeeee Şımarık'ı gördü. Şımarık babaannesinin kocaman ve görüp görebileceğiniz en pofuduk tüylü kedisi. Kızımın evdeki tüylü hayvanlara çıldırdığını yazmıştım. Şimdi karşısında kocaman, hareket eden bir tüylü hayvan görünce gecenin üçünde gözü başka hiçbir şey görmez oldu. Tıpkı evdeki oyuncak tavşana yaptığı gibi tutmak, sarılmak ve burnunu ısırmak filan istiyordu ama ben temkinli olmaya çalıştım. Şımarık uysal bir kedi ama neticede bizimki direk tüylerini koparmaya filan yelteniyor, Şımarık da oyun oynuyor zannederek veya canı yanarsa karşılık verebilir. İpek'in benim gibi kedileri sevmesini istiyorum bu nedenle küçük yaşta gereksiz bir travma geçirip kedilerden soğusun istemiyorum hem de kedinin tırmalamasını da istemiyorum elbette. Nitekim ertesi gün babası sevmesi için yaklaştırdığında bizimki doğruca elini Şımarık'ın en pofuduk yeri olan boğaz tüylerine daldırdı ve bir tutam elinde kaldı. Şımarık sakin kalmaya çalıştı ancak patisini de İpek'e şöyle bir gösterdi ki ben yanlarına uçmamak için kendimi zor tuttum. Zira biliyorum ki çocukları hayvanlardan soğutan en önemli etken anne-babanın tepkisi. Ama tepkisiz kalmak da çok zor. Neyseki bir sorun olmadı, bizimki Şımarık'ın peşinde pek keyifliydi, kızımın kedi peşinde koşmasını seyreden ben ise ondan keyifliydim. O gece İpek'i Şımarık'ın peşinden zar zor alıp uyuduk.

Ertesi sabah babamız halen uyurken İpek'i babaanne ve Şımarık ile bırakıp markete İpek için organik yumurta almaya gittim. Özlemişim İzmir'i. Marketten sonra hemen karşısındaki fırından nefissss boyoz ve gevrek (simit) de aldım tabii ki. İzmir'e geldik mi boyoz ve gevrek yemeden olmaz. Seviyorum İzmir'de böyle gelenekleri, İstanbul'da rastlamak zor artık. Sabah fırına gidiyorsun kuyruk var çünkü İzmir'li dediğin sabahları boyoz ve/veya gevrek yer. Ortak davranışlar, ortak alışkanlıklar. Büyük şehirdesin ama insanların davranışları ve alışkanlıkları bir kasabada yaşar gibi.  Bu nedenle sabah fırına ben gitmek istiyorum, hoşuma gidiyor. Eş durumundan Karşıyakalı oldum ama fırına gidip ben de "gevrek" istiyorum diyorum simit demiyorum :))

Babaannemiz IKEA mama sandalyemizi hazır etmiş. İpek kahvaltıda yumurta, boyoz ve gevrek yedi. Tam bir İzmir'li oldu kızım.

Öğlen Bergama'ya çiftliğe gittik. Bergama'yı da özlemişim. Hava çok güzeldi, bir sürü ağaç çiçek açmış. Etraf yemyeşildi. Çiftliğin kapısına yeni bir köpek alındı, "Tony". Tony bizi tanımadığı için kapıdan girerken bayağı havladı, hırladı. İpek ne yaptı? Acayip hoşuna gitti, kanatlarını ve bacaklarını çırpmaya başladı. Sonra bizim çiftlikte yaşayan aile Semra ve Halil'i görünce iyice keyfi yerine geldi. Hatırlıyor mu bilemem tabii ki ama Kurban bayramında Semra ile çok iyi anlaşmışlardı. Şimdi de hemen kucağına atladı. Sonra Tony'nin yanına gitmek istedi. Bu sefer de Tony'den ayırmak zor oldu. 

Eşim evi temizlemeye giriştiğinde biz de önce buzağıların yanına gittik. İpek kızımı zor zaptettim, buzağıları sevmek için kucağımdan atlamaya çalıştı hep. Şu an için çiftlikte pek bir önlem almadığımız için ve ben hazırlıksız olduğum için çok fazla serbest bırakamadım İpek'i ama uzun uzun buzağıların ve kızların (inekler) yanında kaldık, seyrettik. İpek hepsini ilgiyle inceledi, güldü, yanlarına gitmek için atıldı. Kızlar da en meraklı halleriyle bizimkini seyrettiler. İpek tam bir çiftlik kızı olsun istiyorum. Bir sonraki gidişimizde daha fazla sokuluruz yanlarına, kesinlikle kızım benden daha cesaretli. Eve yerleştikten sonra bazı işlerimizi halletmek için Bergama'ya gittik. Birkaç yere uğradıktan sonra Pala'da yemek yedik. Ben köfte yedim, eşim has bir İzmir'li olarak tabii ki ve elbette kelle yedi ve İpek'e de beyin tattırdı. Bizimki gerçi sonradan ağzından çıkardı ama pek de itiraz etmedi yani neredeyse babası biraz daha çalışsa kendisine eşlik edecek yeni bir arkadaş bulacak.

Ertesi gün de hava güneşliydi. Sabah Semra bizim tavukların yumurtasından ve kendi yaptığı zeytinlerden getirdi. İpek zeytinleri götürdü tabii ki. Kahvaltıdan sonra yürüyüş için çiftliğin dışına çıktık. Ergo ile yürüyüş yapmaya cesaret edemedim, İpek'i arabasına koydum. Çiftlikten çıkarken Tony yine havladı, hırladı. İpek yine güldü, heyecanlandı. Çiftliğin dışında da gönüllü bir bekçimiz var. Siyah, beyaz köpek sürekli kapıda bekliyor. Bizim çıktığımızı görünce önce gelip bizi bir kokladı, sonra yürüyüşte bize eşlik etmeye başladı. İpek mest oldu. Bizimki köpek yanına geldikçe ayaklarını çırpıyor, köpek oyun yaptığını zannedip İpek'in ayakkabılarını yalıyor. Bir de köpek arkadan takip ederse bizimki kızıyor ve köpeği görmek istiyor. Hava rüzgarlıydı ama her zamanki gibi tertemiz, pırıl pırıldı. Bergama'nın o güzel havasında, zeytinliklerin, tarlaların arasında yürüdük. Dönüşte komşu tarlanın sahipleri olan karı-koca bizi çaya çağırdı. Tarlalarının yanında küçük bir evleri var. Asıl olarak Bergama'nın içince oturuyorlar ancak tarla ile ilgilenecekleri zaman gelip burada kalıyorlar. Bildiğimiz köy evi. Saadet sobayı yaktı. İpek kendini evin içinde yerlere attı. Halı ve yer minderlerinde hareket etmek çok daha rahat ve keyifli. Yerde emeklerken bir baktım küçük bir örümcek yürüyor. Benim örümcek korkum meşhurdur. Küçük veya büyük fark etmez, korku mudur başka birşey midir bilemiyorum ama sakin kalamam. İpek örümceği görünce peşinden gidip tutmak istedi. Bense ömrü hayatımda ilk defa bir örümcek karşısında sakin kalarak "aaa İpekcim bak örümcek heh heh ne tatlı değil mi, ama biz bırakalım gitsin evine" diye saçmalamaya başladım. Yani buna henüz hazır değilim. İpek ellesin, korkmasın ama ben nasıl sakin kalıcam bilemiyorum. Kendimi buna psikolojik olarak hazırlamam gerekli. Bir örümcek veya böcek karşısında korkmuyormuş ve seviyormuş gibi davranmak için, hele de İpek örümceği veya bir böceği elinde tutarsa, ben o böcekleri kızımın elinden almak için içsel gelişimim üzerinde bayağı çalışmam gerekecek.

İpek'le köyde ilk misafirliğimizi de yaptıktan sonra çiftliğe döndüğümüzde Semra bizi pişi yemeğe çağırdı. Gerçi Semra'lar çörek diyor, ben hamur derdim, birileri de pişi diyor diye benim de dilimde öyle kaldı artık. İçi boş hamurun yağda kızartılmış hali. Bayılırım, kaç tane yediğimi hatırlamıyorum, benim hamurişi düşkünü kızım da hiç kafasını filan çevirmedi. Eve geldikten sonra da akşam babaannemizin yanımıza verdiği yemeklerden yedik biraz. İpek taze baklanın ve hardal otunun de tadına bakarak İzmir'in otlarıyla da tanışmış oldu. (dün de İzmir'den getirdiğimiz ısırgan ile yapılmış börekten yedi, hardalotuna o kadar yüz vermemişti ama böreğin içindeki lorla karıştırılmış ısırgan otunu bayağı lüpletti)

Cumartesi akşamı yeniden Karşıyaka'ya döndük. Babaannemizin yaptığı enginarın sapından ve elbasan tavadan biraz yedik. Bu sefer yemekte her iki amcamız ve yengemiz de vardı. Kendilerine alıştıkça yemek sırasında teker teker öpücük göndermeyi ihmal etmedik.Yemekten sonra yine şımarık'ın peşinden koşturduk.

Pazar sabahı hep beraber boyozlu, gevrekli kahvaltımızı yaptıktan sonra amcamızı ve yengemizi alarak Karşıyaka çarşısında yürüyüşe çıktık. Ben  İpek pastanesinin önünden geçerken beyaz kremalı ekler pasta gördüm ve atladım. İstanbul'da anlamsız şekilde artık beyaz kremalı ekler pasta bulabilmek çok zor. Hemen iki tane yedim, iki tane de paket yaptırdım. Biraz dolaştıktan sonra İpek babasının kucağında ergo'da uyuyakaldı. Yola çıkacağımız için fazla uzatmadan eve döndük, babaannemizi de alarak İstanbul'a doğru yola çıktık. Şimdi dört gözle yeniden Bergama'ya gideceğimiz zamanı bekliyoruz.

14 Mart 2012 Çarşamba

10 aylık İpek neler yapıyor

İpek kızım 10 Mart'ta 10 aylık oldu. Değişimi, gelişimi, bazı tavırlarındaki istikrarı muhteşem. Bir bebeğin büyümesine tanık olmanın bu kadar keyifli olduğunu tahmin edemezdim. Üstelik de benim bebeğim.

Bazı gelişim aşamalarının tam tarihlerini not alamadım maalesef. Aklımda tutmaya çalışıyorum ama sonra unutuveriyorum. Daha disiplinli not tutmam gerekli aslında.

İpek bir süredir sıralıyor. Sıralama belirtilerini önceleri sürekli ayakta durma isteğiyle göstermeye başlamıştı. Sonra sehpalara, koltuklara tutunmasına yardımcı olmaya başladık. Kendisini yürütmemizi istedi hep, biz de seve seve yürüttük.  Bir aşama sonra bulduğu her yere tırmanmaya başladı. Derken tırmandıktan sonra sehpanın etrafında tutunarak yürümeye başladı ki bu duruma halk arasında sıralamak deniyor. İpek bunları hiç emekleme belirtisi göstermeden yaptı. "Aaaaa bu emeklemeden yürüyecek" yorumları yapan bir kısım büyüklerini yanıltarak, sıraladıktan sonra da emeklemeye başladı. Şu anda her iki yeteneğini kullanmak ve geliştirmekle meşgul.

İnsan vücudunun olanaklarından faydalandıkça hayatı tanımaya ve keşfetmeye de hız verdi. En kolay ulaşabildiği, boyuna en yakın olan banyo çekmecelerinden başladı. Kalorifer korkuluklarımız merdiven gibi olduğu için tırmanması pek zevkli. Televizyonun üzerindeki minik el izleri tamam, sırada düğmesine basmak var. 
Emekleyerek anneye doğru gitmeye bayılıyoruz. Gülerek emekleyen kızımı izlemek nasıl keyifli anlatamam çünkü hep bir hedefe doğru ilerlediği için hep gülerek emekliyor. Bu arada sıralayarak sehpadan koltuğa, koltuktan sehpaya veya ulaşabildiğimiz her yere geçişlerimizle ulaşım alanlarımızı iyice genişletiyoruz. Bir de tek elimizi bırakıp denge denemelerimiz var.

Babası İpek'e "gümrükçü" diyor. Çünkü kendisinin denetiminden ve gözetiminden geçmeden hiçbirşey yapmak mümkün değil. Herşeyi ellemek, tatmak istiyor, minicik bir ses duysun yaptığı şeyi hemen bırakıp (meme emmek dahil) hemen ne olduğunu anlamak istiyor. Evde veya sokakta fark etmez kucakta dolaşırken uzanabildiği her şeye elini atıyor. Diyelim ki kendisi 2 saniye önce lıkır lıkır su içti, şimdi anne su içiyor. O suya mutlaka el atılır ve bakılır, veya başka ne içiyor veya yiyorsa. Evde yanlızız ve meme emiyor, kapıda minicik bir tıkırtı duysun anında doğruluyor ve kapıya bakıyor veya kendini yere indirtiyor ki görebilsin. Herşey kontrol altında olmalı, dokunulmalı, öğrenilmeli, keşfedilmeli. Sevdiği birisini/birşeyi veya yeni bir şey gördüğünde "aaaaaaaa" diye harika sesler çıkarıyor ki, bu "aaaaa"ların güzelliğini burada yazarak anlatmak mümkün değil. Kızım sayesinde ailecek "aaaaaaa" diye dolaşmaya başladık.

Bana ait olan ve İpek'e daha önce göstermediğim tüylü oyuncak hayvanları keşfetti ve çıldırıyor onları görünce, ben de saklayamıyorum artık. Haftasonu İzmir'de babaannesinin evinde ve çiftlikte gerçekleri ile yakinen karşılaştı ve onlara da çıldırdı. İzmir maceralarımızı ayrıca yazıcam. Şu an için gerçek bir hayvan sever ileride ne olur bilemem.

Yedinci ayına girdiği günden itibaren hece repertuarını iyice genişletti. Bababa, dedede, mamama, hadiiiii, abi,   bugiiii (ananesinin evindeki coca cola ayısının ismi), yappi yappi.... veee evet anne diyor. Kendi kendime gelin güvey olmuyorum herkes şahit, beni aradığında anne diyor. Şimdilerde konuşmaları uzamaya başladı yani hecelerden daha uzun sesler çıkarıyor, kendi çapında kelimeler küçük cümlelerle konuşuyor. Çok ama çok tatlı. Bir de çoğunlukla babasının öğrettiği çok komik sesler çıkartıyor. Parmaklarını dudaklarına sürterek veya ağzına vurarak ses oyunları oynuyor. Çıkardığı sesleri, heceleri taklit edip karşılık vermemden çok mutlu oluyor. Mesela emerken derin nefes alıyor veya sesler çıkarıyor, ben de taklit ediyorum çok hoşuna gidiyor, gülüyor. Gülerek uykuya dalıyor.

Halen kendi başına yemeği seviyor. Hiçbir zaman itiraz etmediği, her koşulda yediği yiyecek "zeytin". Sabahları az bir tereyağda yumurta kırıyorum ve ben daha pişirirken mam-mam-mam demeye başlıyor ve çoğunlukla bir yumurta sarısı kadar yiyor. Evde pişen her yemekten veriyorum. Bazen yiyor bazen yemiyor. Bu aralar yeşillikler favorisi. Roka, tere, marul, kıvırcık salata çok seviyor, dereotu yedi bugün. Acı olması nedeniyle bizim bile zor yediğimiz tereyi hapır hupur yiyince ablam "hımmm sen gerçekten garip bir çocuksun" dedi. Benim tembelliğim ve vakitsizliğim nedeniyle yiyecek yelpazesini pek genişletemiyoruz diye suçluluk duyuyorum bazen. Ama neyseki ananeyle aynı apartmanda olduğumuz için orada da pişen herşeyin tadına bakıyoruz. 

Sofrada keyfi yerindeyse veya sevdiği birşeyi yiyorsa etrafındakilere öpücük göndermeye başlıyor ve karşılık bekliyor. Karşıdan da öpücük gelirse pek mutlu oluyor.

Haftasonu İzmir'e giderken ilk defa araba koltuğunda seyahat etti. Önceleri pek hoşuna gitti, çünkü ana kucağı arabanın arkasına doğru baktığı için öne bakıcam diye boynu ağrıyordu herhalde. Giderken geceydi ve daha rahattı ancak dönüşte biraz sıkıldı ve kucakta daha çok zaman geçirdi.

İpek 10.ayına ilk dişini çıkararak girdi. Umarım diş çıkarma süreçlerini rahat ve huzurlu bir şekilde atlatabiliriz. Diş buğdayı yapacağıım ama ne zaman olur şimdilik bilemiyorum.

Gündüzleri kucağımda emerek uyuyor, geceleri sık sık uyanmaya devam ediyor. Uyku konusunda birşey yapmalı mıyım yapmamalı mıyım bilemiyorum. Uyku eğitiminden söz etmiyorum ama çoğunlukla herşeyi oluruna bırakmalıyım diyorum bazen de kafama takılıyor ve ne yapabilirim diye düşünüyorum. Gerçi yaz geliyor, biraz daha büyüyecek ve çok daha fazla dışarıda olacak bence bir şekilde kızım kendisi kendi düzenini sağlamaya devam edecek.

3 Mart 2012 Cumartesi

Melek mi? Şeytan mı?

İpek'in dokuzuncu ay kontrolü için doğumdan itibaren gittiğimiz doktoruna gitmeye üşendim. Haftaiçi öğlen saatinde bile Anadolu yakasından Nişantaşına gitmek zulüm olabiliyor gerçekten. Bize yakın olan Medamerikan polikliniğinde bir doktora götüriyim dedim, neticede boyunu kilosunu ölçecek, dinleyecek filan. Önce beslenmeden, genel davranışlarından konuştuk, muayene etti sonra konu uykuya geldi. Ben İpek'in gece sık sık uyandığını, emzirip tekrar uyuttuğumu söylediğimde, bu aylardaki bebeklerin kesintisiz 5-6 saat uyumaları gerektiğini, beni emzik olarak kullandığını, beni sömürdüğünü, bebeğin oyuncağı olmamam gerektiğini, uykuya alıştırmak için gerekirse bir miktar ağlamasına göz yummam gerektiğini söylemez mi??? Üstelik beslenme konuşurken sabahları yumurta, peynir vs. yiyor dediğim çocuğum için bana 10 dakika boyunca milupa'nın tahıllı mamasını ve mama teknolojisini övüp sabahları çekinmeden bu mamayı da verebileceğimi söyledikten ve beni sinir ettikten sonra söyledi bu sözleri. Anlamıycak bir insanla tartışmaya girmek istemediğim ve bir an önce muayeneyi bitirmek istediğim için bu sözlere karşılık birşey demedim ama sonra pişman oldum. Aslında İpek'in yanında kimsenin böyle konuşmasına izin vermemeye çalışıyorum. Bazen lafı değiştirerek bazen şaka veya espri ile karşılık vererek yakın çevremin veya karşılaştığım diğer insanların bebekler ile ilgili bu hiç anlayamadığım düşüncelerini geri püskürtmeye çalışıyorum. Ama bir doktorun bu tarzda konuşmasına karşın tavrımı belli etseydim keşke. Belki benden sonra başka annelerle konuşurken daha dikkatli olmaya çalışırdı.

Hamileliğim sürecinden itibaren hem kendi çevremde hem de bir şekilde iletişime geçtiğim insanlarda hep dikkatimi çeken bir konu oldu bu durum. Bebekleri anlatırken, bebeklerle konuşurken, bebek davranışlarını anlamlandırırken insanların kullandığı kelimeler ve tavırları. O kadar çok negatif kelime ile dolu ki; huysuz, yaramaz, inatçı, karıştırıcı vs. vs. Evet ama hani bebekler melekti, masum ve saflardı? Lafa gelince evimizin neşesi, hayatımızın anlamı olan bebeklerle ilgili bu durumun, toplumda bir çeşit iki yüzlülük olduğunu düşünüyorum.

Bir aile büyüğümüz 40 yıl önce, maaile birararada yaşadıkları zamanlardaki bir olayı şöyle anlatıyor: "Ayşe o kadar yaramaz bir bebekti ki, 2-3 aylıkken durmadan ağlar biz her yöntemi deneyip susturamazdık." 2-3 aylık bir bebek ve yaramazlık!!??!! yanyana bile gelemiyorlar. yaramazlık nedir? çocuk ne yapınca yaramaz olur? diye tartışmayacağım bile. Bence bu olay şöyle anlatılmalıydı "Ayşe'nin gaz sancıları vardı, ağlayarak bize derdini anlatmaya çalışıyordu ancak biz, tepesindeki 10 tane "yetişkin", bebeği anlamaya çalışmayıp, bir de susturmaya çalışıyorduk."

Bebek daha doğar doğmaz başlayan ve gelişen muhabbetler:

"Huysuz bir bebek mi?"
"Seni uyutmuyor mu yoksa?"
"aaaa bak bak nasıl da inat ediyor!" (bebek daha iki aylık)
"seni kullanmasına izin verme"
"kucağa alıştırma"
"ağlayınca hemen kucağa alma"
"ağlayarak her istediğini yaptırır"
"bırak koltuğuna otursun, niye kucağına alıyorsun ki"
"seni yaramaz seni"  (sevgi belirtisi)
"bak şu şımarıklıklara"
"çocuk dediğin ağlar"
"ağlasın ki ciğerleri açılsın"
"bak yaa annesine hiç nefes aldırmıyor"
"çirkin" (nazar değmesin diye çirkin denirmiş, acayip sinir oluyordum, birilerinin kalbini kırmamak için zor tuttum kendimi, nasıl bir mantık bir bebeğe çirkin der!!!!)
"sen yandın karıştırıcı olacak bu"
"kızım bu çocuk seni sömürüyor"

Bunlar hatırlayabildiklerim, yakıştırmalar çok daha zengin. Benim içimden hep farklı şeyler geldi. "Seni şirine seni" diyorum kızıma.  "Haklısın" diyorum hep, "canın sıkıldı, kucak istiyorsun, karnın acıktı, uykun geldi, burayı sevmedin gitmek istiyorsun, masanın üzerindekileri istiyorsun..." Haklısın, sorun sende değil, zaten bunlar sorun değil, senin ihtiyaçların, isteklerin. Sorun, senin iletişim kurmaya çalışan bir birey olduğunu anlamaya çalışmayıp kendi kendine yorum yapan biz yetişkinlerde. "Sömürüyor" diyen bir insan sömürmeyi veya sömürülmeyi aklından geçiriyor demektir. Mevlana der ki: "Testi içindekini sızdırır."