25 Şubat 2012 Cumartesi

Masallar

Birkaç gündür klasik masallar ile ilgili bazı yazılar gönderdi arkadaşlarım. Önce ntvmsnbc.com'da, bir İngiliz TV kanalının yaptığı araştırmada modern annelerin korku öğeleri içerdiği için, klasik masalları çocuklarına okumaya çekindikleri ile ilgili haberi ve aynı araştırmanın daha detaylı sonuçlarını telegraph.co.uk'deki bir diğer haberde okudum. Bu araştırmanın sonuçlarına karşılık klasik masalların çocuklar için faydalarını anlatan ve listeleyen bir blog yazısı da peşinden geldi.

İpek doğmadan çok önce ben de klasik masallar ile ilgili aynı olumsuz düşünceleri besliyordum halen de farklı düşünmüyorum. Masalların çocuklar üzerinde olumlu etkisi olduğuna katılıyorum ama klasik masalların bazıları korku filmi gibi. Mesela "Kırmızı Başlıklı Kız", İpek neden kurtların kötü hayvanlar olduğunu düşünsün ki? "Hansel ve Gretel"e ne demeli? Üvey anne dediğin kötü birşeydir, babam veya annem benden vazgeçebilir ve sevimli yaşlı teyzeler her an bir cadıya dönüşebilir. Bu masalların savunması da çocukların hayatta zorluklar ve kötü insanlar olduğunu da öğrenmelerini sağlamalarıymış, bence hayatla ilgili gerçekler çocuklara daha farklı ve daha yaratıcı hikayelerle anlatılabilir. Bu tarzda klasik masalların çocuklara problem çözme yeteneği kazandırdığı, ders verdiği, kritik düşünme yeteneği kazandırdığı veya çocukların hayal gücünü geliştirdiğini düşünmüyorum. Aksine geçmiş yüzyıllardan beri süregelmiş bazı standart düşünce kalıplarını çocuklara dikte ettiğini düşünüyorum. Kötü üvey anne, cadılar, zayıf karakterli kadınlar gibi. Kültürler arası ortak bir dil yarattığı ve her kültürde bilinen anlatımlar olduğu konusu ise yegane olumlu tarafları. Hepsi için söylemiyorum elbette aralarında şu anda hatırlayamadığım zevkle dinlenenler de vardır. 

Şu anda İpek'e düzenli masal anlatmıyorum ama zaman zaman masal olarak kendi yaşadığım seyahat hikayelerini, gün içerisinde yaşadığımız bazı olayları masal gibi anlatmayı seviyorum. Bazen sadece kafamdan karakterler uyduruyorum, bazen de gerçek kişileri kullanıyorum. Ama an çok seyahatleri anlatmak hoşuma gidiyor. Ben seyahat etmeyi seviyorum ya, kızıma da anlatmayı seviyorum. Bunları bir varmış bir yokmuş diye başlayarak klasik masal unsurlarını ekleyerek ve araya kızıma söylemek istediğim güzel sözleri de ekleyerek yapmak hoşuma gidiyor. Bazen bildiğimiz hikayelerin kahramanlarını kullanıyorum. Örneğin İpek üç-dört aylıkken benim sürekli onunla konuşmam çok hoşuna gidiyordu, bir keresinde anlattığım hikayenin özeti şöyle; İpek kız ve Heidi, Facebook'da tanışırlar ve arkadaş olurlar, Heidi İpek kız'a dağları, inekleri, çatı katındaki yuvarlak camlı odasını anlatır, İpek kız da kendi hayatını. Bir gün Heidi İpek kız'ı Alpler' davet eder, bizimki sırt çantasını kaptığı gibi uçağa atlar az gider uz gider Almanya'ya varır sonra ver elini Alpler ve Heidi'nin evi. Peter ve büyükbaba ile tanışır. Heidi'nin odasından dağların görünüşünün aynı hayalindeki gibi olduğunu anlar vs. vs. vs. Bu özet elbette aralara bir sürü şey ekliyorum, sonraki günlerde beraber dağlarda dolaşıyorlar, şehre gidip Clara ile tanışıyorlar.

Bunlar İpek'in hayal gücünün gelişmesini mi yoksa kafasının karışmasını mı sağlar bilemiyorum ama ben klasik masallardansa hikayeler anlatıp kızımla hayallerin içinde seyahat etmeyi seviyorum.

17 Şubat 2012 Cuma

Kızımla ilk doğumgünüm

Dün doğumgünümdü. Farklı birşey tasarlamadım, normal bir günümüzdü hatta evde temizlik vardı. Ben İpek'le birlikte olduğum için aktif olarak temizliğe katılamasam da, biraz koşturdum ve ayakta kaldım, farkında olmadan bayağı yorulmuşum. Öğleden sonra neyseki yeğenim geldi. İpek 14 yaşındaki kuzeni Meleknur'u çok seviyor. O geldiğinde hani neredeyse "çekilebilirsin anne" filan diycek. Birlikte baya oynadılar. Ben de başka işlere bakabildim. İpek'in teyzesi geldi bir ara sonrasında akşam babası ve abisi de gelince en çok tezahürat yaptığı kişilerin hepsi aynı anda eve gelmiş oldu. Sanki İpek'in doğumgünü. Bizimki bir neşeli bir neşeli.

Beraber yemek yedik, İpek kıymalı böreğinden yedi biraz. Yemek sırasında benim yorgunluğum iyice artmıştı hatta vücudumun çeşitli yerleri sızlıyordu. İpek'in de uykusu bastırdı. Eşim pasta almış ama benim neredeyse pasta filan görecek halim yok. Aslında bir süredir İpek'le geçireceğim ilk doğumgünüm diye heyecanlanıyordum ve gün içinde de zaman zaman aklıma geldi ancak akşam olduğunda tek istediğim uyumak oldu.

Eşim pastaya mumları koyup getirince, İpek kucağımda mumlara bakarken birden kendime geldim. 

Doğumgünlerini illa tantanalı kutlamaya gerek yok ama severim her doğumgünümde pasta mumlarını üflemeyi.  Bazen kalabalık arkadaşlarla, bazen aile ve arkadaşlar birarada, bazen bir-iki arkadaş veya sadece eşimle birlikte sanırım kendimi bildim bileli hep doğumgünlerimde pasta mumlarını püfledim. Bugüne kadar en özellerini ve güzellerini eşimle kutladık.

Ama bu sefer İpek'le... eşim yanımda, kızım kucağımda mumları seyrederken çok farklı hissettim. Canlandım birden, heyecanlandım. Hissettiklerimi anlatmak için doğru kelimeleri bulucam diye uzatmıyım ama kısaca o anda çok mutlu olduğumu hissettim.

Öptüm, öptüm kızımı, dilek diledim, doğumgünü pastamın mumlarını üfledim.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Biz çocuktuk şimdi çocuklarımızı seyrediyoruz

Geçtiğimiz Pazar günü canım Selis'im, eşi ve dünyalar tatlısı kızları İpek (kızımın adaşı) ve Çiçek bize geldiler. İpek altı buçuk, Çiçek dört yaşında. Eve girer girmez bizim İpek'in oyuncaklarına balıklama daldılar ve hakkını vererek oynamaya başladılar zira bizimki henüz oyuncaklarını diş kaşımak, yere atmak, ses çıkarmak gibi amaçlar için kullanıyor. İpek (bizim İpek) kızları görünce önce afalladı, şaşkın şaşkın bakmaya başladı, sonrasında ise pek hoşuna gitti ve çok eğlendi. Güzel güzel oyuncaklarıyla oynayan, hareketli, bıcır bıcır üstelik kendi boyuna ve yaşına yakın hem de iki ablayı yanında görmek bizimkini pek eğlendirdi. Biz kızların bu hallerini seyrederken Selis "Şebnem çocuklarımızın oyun oynamasını seyrediyoruz" dedi. Evet, çok özel bir andı, arkadaşım fark etmemizi sağladı.

Biz Meltem ve Selis üniversiteden arkadaşız, demek oluyor ki yaklaşık 15 senelik bir dostluğumuz var. Okuldan sonra farklı şehirlerde yaşamamıza rağmen hiç uzaklaşmadık. Sık sık görüşüp birlikte uzun uzun zamanlar geçiremesek de bir şekilde dostluğumuz her geçen gün daha özel ve güzel oldu. Mutluluk, sıkıntı, üzüntü, heyecan bir şekilde yaşadıklarımızı paylaşmayı, birlikteyken keyifli olmayı başardık. Beraber büyümeye çalıştık. Hani can ciğer denir ya, işte öyle. 

Benim yakın arkadaşlarım arasında ilk bebeği olan Selis'di. İpek'in doğumundan sonra Ankara'ya onları ziyarete gittiğimde, Selis "İpek bak Şebnem teyze geldi" dedi. Teyze mi!!??!! Evet, doğru, biz küçükken arkadaşlarımızın annelerine "teyze" derdik, Ayşe teyze, Candan teyze... gibi. Evet, ben de 30'uma gelmiştim ama "Şebnem teyze"?? çok tuhaf geldi, büyüdüğümüzü idrak etmenin vakti gelmişti galiba. Ben de alıştım hemen, hatta İpek'e "şebnem teyze, şebnem teyzeeee" diye bir şarkı uydurup baya oyalamıştık.

Peki ya Selcen? çok yakında arkadaşlığımızda çeyrek asırı devireceğimiz Selcen'le biz gerçekten beraber büyüdük. Artık bu süreçte biz arkadaşlık, dostluk, kardeşlik veya başka birşey ama farklı boyutlara geçtik. Bu kadar zamandan sonra, iki sene önce kızı Ayşe'yi doğduğu gün kucağıma aldığım anlar çok çok özeldi.
Şimdi ikimiz de ümit ediyoruz Ayşe ve İpek biraz daha büyüsünler de onlar da el ele dost olsunlar. Yan yana gelmelerini seyretmek çok hoşumuza gidiyor. Ayşe'nin bana tatlı diliyle "Şebnemcim" demesine bayılıyorum. Üstelik Ayşe İpek'in bir numaralı sponsoru, onun küçülen kıyafetlerini giyiyor, oyuncakları ile oynuyor ve mama sandalyesinde yemek yiyor. Dilerim onlar da hayatta daha güzel şeyleri paylaşırlar.

Dostuklarımdan pek çok ilham aldım ama en özelleri annelik konusunda oldu sanırım. Hiçbir şey tesadüf değildir. Onca yıl sonra Barış'la bir şekilde bir araya gelmemiz, aynı zamanda hamile olmamız, Yaban'ın İpek'den 10 gün önce dünyaya gelmesi ve tam da ne yapacağım ben şimdi derken Barış'ın bana birçok konuda ilham vermesi de tesadüf değil kesinlikle. Tıpkı Serda ve Meltem'le aynı yıl içerisinde bebeklerimizi dünyaya getirmemizin, birlikte büyütüyor olmamızın, biribirimize telefonla veya yanyana destek ve güç veriyor olmamızın da tesadüf olmaması gibi.

Değişik dönemlerde hayatıma giren ve bana birçok kardeşim olduğunu hissettiren kız arkadaşlarımla anneliği paylaşmak çok güzel gerçekten. Hayatta en önemli şey değil tabii ki ve herkesin öncelikleri de farklı olabilir ancak henüz anne olmamış arkadaşlarımla da benzer şeyleri paylaşmayı çok isterim. Umarım ben de diğer arkadaşlarıma ilham verebilirim.



14 Şubat Dünya Kitap Değiş Tokuş Günü

14 Şubat'ı Kitap Değiş Tokuş Günü olarak kutlamak harika bir fikir. Yaratıcılarına ve bu günü blogunda duyuran Selcen'e çok teşekkürler.

9 Şubat 2012 Perşembe

Kütüphane projesi ve Bir Dolap Kitap

Bu yazı için biraz geç kaldım biliyorum ama birşeyler gelişsin umutla ve sevinçle yazıyım istedim. Ben GEA Arama-Kurtarma ekibine destek veriyorum (orada çalışan herkes gibi gönüllü olarak). Ekibimiz Van'daki çok üzücü deprem sonrasında hızlıca bölgeye giderek arama-kurtarma çalışmalarında yer aldı. Zorlu süreçte birçok vatandaşımızın hayata dönmesinde yardımcı oldular. Sadece GEA değil, birçok arama-kurtarma ekibi zor şartlarda gece-gündüz demeden insan üstü bir çaba ile birlik ve beraberlik içerisinde kurtarma çalışmalarını gerçekleştirdiler. Sadece kurtarma çalışmaları değil ekibimiz çadır kurulması-ilaç-sağlık gibi öncelikli ihtiyaçların karşılanmasında da desteğini sürdürdü.
Halen bölgeye olan destek, çeşitli projelerle sürüyor. Bunlardan bir tanesi "kütüphane ve okuma odası" projesi. İlköğretim çağındaki çocuklarımız için kalıcı bir destek olsun istedik. Kütüphane bir konteynır içerisinde olacak.
Raf sistemi, masa ve sandalyeler yerleştirilecek. Bu sene IBM'in 100.yılı nedeniyle seçilen gönüllü projelere bir fon desteği veriyor. Ben de şirket içinde bu projemizi aday gösterdim ve seçildik. Sevgili Burçak'ın desteği çok önemliydi. Bu fon ile konteynır satın alındı ve içerisi yapılıyor ama bütçe kısıtlı tabii ki. Herşeyi karşılayamıyor ama tabii ki pes etmiyoruz. Dostlarımızın desteğiyle kütüphaneyi tamamlamaya çalışıyoruz. 

Kütüphane deyince elbette projenin ana gereksinimi kitap. Birçok yayınevi ile iletişime geçmeye çalıştım. İtiraf etmem gerekirse pek yanıt alamadım. Bir anlamda belki haklı olabilirler, birçok talep oluyormuş kitap yardımı ile ilgili, hangi birisine yetişecekler. İlk başta biraz ümitsizliğe kapıldım açıkcası. Ben daha hızlı ve olumlu geri dönüşler alacağımı düşünüyordum. Neticede bu kütüphanenin nerede olduğu herzaman takip edilebilecek ve en önemlisi tek bir bölgedeki çocuklarımıza değil, ihtiyaç olan her bölgedeki çocuklarımıza ulaşabilecek. Yani bağışlanan kitapların nerede kimlere yeni ufuklar açtığı, kimleri bilgilendirdiği, hayallarini zenginleştirdiğini, bir nebze olsa yaralarını sardığını biliyor olacağız. Van depremi gibi afetleri yaşamamayı diliyorum ancak herhangi
bir afet durumunda veya farklı bir ihtiyaç oluşması durumunda bu kütüphane söz konusu bölgeye ulaşarak afetlerden en çok etkilenen çocukların rehabilitasyonuna kitap gibi çok önemli bir destekle yardımcı olacak.

Ancak elbette umutsuzluk yok! Bir Dolap Kitap sitesinin sahipleri hemen yanıt verdiler. Yıldıray Bey hem projeye hem de nasıl yardımcı olabileceklerine dair önerilerini iletti. Çok sevindirici oldu gerçekten. Bir Dolap Kitap'a çok çok teşekkür ediyorum.

Derken bazı dostlarımdan kitap satın alıp göndermek istediklerini söyleyenler oldu. 

Ve dün akşam Nesin Yayınevi'nden kütüphanemize kitap göndermek istediklerine dair bir e-mail aldım. 

Sanırım kütüphanemizin rafları dolmaya başlıyor.

Gelişmeleri yazmaya devam edeceğim.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Gülme krizleri

Geçen akşam babasıyla İpek'i banyo yaptırdıktan sonra, yatağın üzerinde giydirmeye çalışırken, artık uykusu iyice başına vurmuş olan kızımı oyalamak için bir oyuncağını alıp konuşturmaya başladım. "İyi saatler olsun İpek, iyi saatler olsun İpek". Eşim "ona iyi saatler olsun denmez sadece saatler olsun denir, hafif sıyırma aşamasında iyi saatler olsun deniyor" dedi. Ben uçmuşum, iyi geceler ve saatler olsun'u birleştirmişim. Eşim öyle söyleyince tuttu mu beni bir gülme krizi. İpek babasının kucağında bana bakıp hem gülüyor hem de şaşkın. Anne gülüyor ama ortada da bir tuhaflık var. Fazla uzatmadan kendime geldim. Bu gülme krizleri bana hamileliğimden miras kalmıştır.

Hamileliğim oldukça rahat geçmişti. Başlarda biraz sarsıldım ve yorgunluk yaptı o kadar. Ne miğde bulantısı, ne şişkinlik, aş erme filan yaşamadım. Yanlız hamileliğin bana yaşattığı en enteresan durum gülme krizleriydi.

Bunu nasıl ifade edebilirim bilemedim ama ben öyle habire kahkahalar atan birisi değilimdir. Somurtkan filan da değilim elbette ama normal hayatımda en ufacık birşeyden kahkahalar çıkaran birisi de pek olmadım. Sevdiğim ve birlikte çok güldüğümüz arkadaşlarım vardır ve onlarla birlikteyken veya eşimle birlikteyken gülmekten yüzümün ağrıdığı olur ama burada gülme krizi derken anlatmak istediğim dakikalarca süren, gözlerimden ağlıyormuş gibi yaşlar gelen, karnımın ağrısına dayanamayıp durdurmak istediğim ama istemsizce tekrar başlayan bildiğiniz kriz durumu.

Hamileliğimin ilk aylarıydı, bir gece yarısı uykumdan uyandığımda eşimin bir başkasına hiç de komik gelmeyecek tek bir kelime etmesiyle ben dakikalarca güldüm. Eşim hayretle bana bakıyor, ertesi gün işe gidicez, uykumuz var ama ben kendimi tutamıyorum. Doğum yapıncaya kadar ara ara tekrar etti bu durum. İpek karnımda büyüdükçe, dolayısıyla karnım büyüdükçe daha zor olmaya başladı. Zira güldükçe karnıma acayip sancılar giriyordu, bir yandan derin nefes almaya çalışıp bir yandan gülüp karnımı tutuyordum. Acaba İpek içerde nasıl etkileniyor diye düşünüyordum. Çoğunlukla sebep eşimin söylediği basit bir söz oluyordu. Kendisi zamanla alıştı benim bu halime ama yanımızda akraba, tanıdık veya herhangi bir kişi varsa biraz tuhaf oluyordu. Diyelim ki yanınızdaki kişi bir şey söylüyor veya yapıyor hepimiz gülüyoruz, onlar duruyor ama ben gülmeye devam ediyorum. Hem de karnımı tutarak, gözümden yaşlar atarak "kah kah kah, kih kih kih". Eşim yanımızdaki kişiye açıklama yapmak durumunda kalıyordu, "bu gülmenin ilk üç dakikası seninle alakalıydı, gerisi tamamen hormonal"

Benim için sıradışı olan bu duruma anlam yüklemek istediğimde klasik bir anne tavrıyla "İpek herhalde güleryüzlü bir çocuk olucak" dedim. Elbette bu durumla ilgisi yoktur ama kızım güleryüzlü ve komik bir tip oldu, etrafıyla iletişim kurmaya başladığından beri sokakta kendisine laf atan insanlara sanki daha önce kimse onunla ilgilenmemiş gibi, "yaşasın, teşekkür ederim benimle ilgilendiğiniz için" dermiş gibi hayranlıkla gülmüyor mu!! beni de güldürüyor.


5 Şubat 2012 Pazar

Evlilik futbol aşkını öldürür mü?

Evlilik aşkı değil ama futbol aşkını öldürebiliyormuş meğer, veya en azından söndürebiliyormuş diyelim.

Ben Fenerbahçeliyim. Kendimi bildim bileli Fenerbahçeliydim. Ailem Fenerbahçeli. Bende iki abi, bir abla var. Ablamın ve annemin futbolla pek ilgisi yoktur. Ancak babamla birlikte evdeki üç erkek futbol seyrederlerdi ve babam değil ama abimler maçlara giderlerdi. Bir abim kızıyla halen maçlara gidiyor. Eskiden kızların futbola ilgisi yadırganırdı. Ben de küçük yaşlarımdan itibaren abimlerle maçları izlemeye başladığımda bizimkiler de şaşırıyorlardı. Üstelik sadece Türkiye ligi değil, yabancı maçları da izlemeye bayılırdım. Sadece futbol değil gerçi, basketbol, voleybol, yüzme, tenis, buz pateni, kayak gibi spor müsabakaları seyredilir, sporcuları bilinir ve takip edilirdi evde, ben de halen birçok spor müsabakasını severek seyrederim.

İlkokul yıllarıydı sanırım birgün yine bir yabancı maçı abimlerle seyrederken, büyük abim o muhteşem kehanetini  sözcüklere döküverdi: "Sen kesin ilerde futbolla alakası olmayan bir adamla evleneceksin". Artık kehanet mi, şom ağızlılık mı, yoksa benim bilinçaltıma yerleşmiş bir cümleyi hayata geçirmem mi bilemeyeceğim ama eşimin futbolla alakası olmadığı gibi futbolu sevmiyor.

Eşimle tanışmamızdan bir süre önce ben kombinesi olan ve yağmur, çamur demeden Fenerbahçenin Kadıköy'deki tüm maçlarına giden cefakar ve vefakar taraftarlardan bir tanesiydim. Futbolu sevmeme rağmen uzun yıllar sadece iki maça gidebilmiştim, onlar da önemsiz lig maçlarıydı. Master sırasında tanıştığım iki arkadaşımla kombine almaya karar verince bize stad yolları gözüktü. Üç sezon üst üste neredeyse Kadıköy'deki hiçbir maçı kaçırmadım. Şükrü Saraçoğlu'nun büyülü bir atmosferi vardır gerçekten. Tezahüratlar, gol sevinci, coşku, heyecan. Her maça heyecanla, severek ve isteyerek gittim.

Eşimle tanıştığımız ilk zamanlarda kendisi futbolla pek ilgili değildi ama Fenerbahçe'yi desteklediğini söylüyordu. Hatta benim heyecanımı paylaşmak için Fenerbahçe'yi takip etmeye başlamıştı. Bana maç tarihlerini filan haber veriyordu. Yanlız bir gün bana uzun bir yazı yazdı; bir maç günü, yolda bir taraftar grubu ile karşılaşmış, hepsi sarhoşmuş, küfür ederek tezahürat yapıyorlarmış. "Senin stadda bu insanların arasında olmanı aklım almıyor, sana yakıştıramıyorum." diyerek duygularını ve düşüncelerini anlatmıştı. Eşimin futbolu sevmeme nedenlerinden bir tanesi insanların bu kötü halleriydi aslında.

İşin tuhafı bu yazıyı okuyana kadar ben stad ortamının bu boyutuna o kadar takılmıyordum, belki de takılmak istemiyordum. Kendimi de bu tarz bir taraftar grubuyla hiçbir zaman özdeşleştirmemiştim zaten. Benim gördüğüm; kız-erkek eğlenen, tezahürat yapan, küçük kızların bile babalarıyla geldikleri coşkulu bir ortamdı. Elbette sarhoş olan ve küfür edenler çok fazlaydı stadda. Dediğim gibi belki görmek istemediğim için veya göz ardı ettiğim için, farklı şeylere odaklandığım için beni stada gitmekten alıkoymamıştı. Ben küfür eden veya küfürlü konuşan birisi değilimdir böyle bir alışkanlığım olmadığı için stadda da küfür etmek aklıma gelmezdi. Maçtan önce içmek filan gibi huylarımız da yoktu, biz normal maçını seyreden, gol olunca sevinen, kaçınca bazen kızan bazen üzülen taraftar tiplerindendik. Maçtan sonra da içtiğimiz tek şey çaydı. Küfür ve olumsuz davranışlar rahatsız ederdi elbette ama coşku ağır basıyordu herhalde. Düşünsenize bir Avrupa kupası veya GS maçında bir gol oluyor ve 50 bin kişi mutlu oluyor, yanındakine sarılıyorsun, sevinçten bağırıyorsun. Başka nerede yaşanabilir ki böyle bir tecrübe. Abartmazdık ayrıca, yani benim için futbol staddan çıkınca veya maçı seyrettikten sonra biterdi. En fazla bir süre sohbet ederdik maç ile ilgili ama kendimizi kaybetmezdik. Fenerbahçe'yi de severim ama hayatım bunun üzerine kurulu değildi. Neticede spor bu yahu, seyredersin keyif alırsın biter.

Hem eşimin telkinleri hem de benim hayatta yürümeye çalıştığım yolda baktığım/bakmak istediğim yön ile stadların bu tarafı bağdaşmıyordu tabii ki. Yani eninde sonunda ben zaten coşkuyu görmeyi bırakıp bu ortamdan daha fazla rahatsız olacaktım. Beni yükseltmeyen, aksine aşağı çeken şeylerden uzak durmaya çalıştığım gibi futboldan da uzaklaşmaya başladım. Aslında futbolun masum olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki bir kitle sporu, büyük paralar dönüyor, olaylar ve insanlar sporla alakası olmayan durumlara geliyor. Biz stadın yakınında oturuyoruz, maçtan önce deli gibi sarhoş olup mahalle aralarında bir sürü rezillikler yapan insanları maçlara giderken de anlayamazdım şimdi de anlayamıyorum. Dolayısıyla böyle kitlelerin takip ettiği bir spor, spor olmaktan çıkıp başka bir şeye dönüşüyor ve bizim gibi izlemek ve keyif almak isteyenler de arada kaynıyor. Kısacası ben uzun bir süredir futboldan uzağım. Zaman zaman "ne kadar keyifliydi stadda olmak" diyorum ama bakıyorum ki ben görmek istediğim ortamı hatırlıyorum aslında. Yazının başlığını evlilik futbol aşkını öldürür mü diye koymamın sebebi, ailemin benim futbola olan ilgimin gün geçtikçe azalmasını eşimin hayatıma girmesi ile bağdaştırmaları. Bir anlamda doğru aslında. Bizimkiler "Seni yeşil sahalarda göremiyoruz artık" diye takılıyorlar.

Fenerbahçe sevgisi mi? o başka. Ben Kızıltoprak'da doğdum büyüdüm. İlkokulu Fenerbahçe'de, orta-okul liseyi Kadıköy'de okudum. Üniversiteye kadar bütün hayatım Kızıltoprak-Kalamış-Fenerbahçe-Bağdat Caddesi-Kadıköy çemberinde geçti. Halen Kalamış'da Fenerbahçe muhtarlığına bağlı oturuyorum. Buraları çok seviyorum. Fenerbahçe parkına bayılıyorum. Kızımla gidiyorum şimdi. İpek'i 20 günlükken ilk götürdüğüm yer Fenerbahçe parkıydı. Ağaçlarını, kedilerini, adalar manzarasını, denizini herşeyini çok seviyorum. Bana göre İstanbul'un en güzel yeri bizim buralar. Dolayısıyla ben doğup büyüdüğüm, yaşadığım ve çok sevdiğim semtin takımını tutuyorum. Fenerbahçe sevgisi başka birşey, buna katılıyorum. Bugün Beşiktaş'ı yenmişiz mesela, sevindim ama o kadar. Maçı izlemedim, televizyon pek seyretmiyorum artık zaten, öncesini ve sonrasını bilmiyorum ama internetten sonucuna bakmadan duramadım. Camdan bakıp maç sonrası trafikteki kalabalığı görünce bir zamanlar ben de şimdi maçtan çıkmış oluyordum dedim ve o günler bayağı uzak geldi. Belki yıllar sonra stadlar daha farklı olur, isterim İpek'i maça götüriyim. Ama şimdiki gibi bir ortama götürmek ister miyim? kesinlikle istemem.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Yürüteç almak istemiyorum

İpek artık hep ayakta olmak istiyor, destekle ayakta duruyor ve hep yürüsün istiyor. Henüz kendi başına ayakta duramadığı ve yürüyemediği için destek olmamız gerekiyor. Kızımın küçük haliyle ayakta durma, yürüme çabalarına ortak olmak, etrafı keşfetmesine destek olmak çok keyifli. Ancak annem yürüteç alma zamanının gelip de geçtiğini düşünüyor. "Sen bunu bu şekilde zaptedemezsin yürüteç al rahat edersin" diyor. Annemin ve ailenin birçok ferdinin görüşleri bu şekilde. Anne ve babanın rahatlığına odaklanmış bebek endüstrisinin bu güzide ürünü ile ilgili Sabiha Paktuna Keskin'in Bebeğim kitabında çok güzel ifadeler var. Yürüteç'in tarihçesi ile ilgili bilgi verdikten sonra şöyle devam ediyor; ... çocuk için en büyük kayıp, yürümek gibi böylesine karmaşık ve endişe uyandıran bir öğrenim sırasında ona önerilerde bulunan, güven veren ve elleriyle onu tutan, destekleyen bir yetişkinin varlığından yoksun olmasıdır.


Elbette yorucu olabiliyor, örneğin gerçekten belim ağrıyabiliyor ama ev işlerini yapabiliyim, internete girebiliyim diye neden kızımı o çembere hapsediyim. Evet doğru bazı günler yemek yapamıyorum, günlerce çamaşır makinasının düğmesine basamıyorum, evi toplayamıyorum. Daha doğrusu bunları olması gerektiği gibi yapamıyorum. Kızımı kanguruya asarak yemek yapıyorum bazen, hem yemekler de çok daha lezzetli oluyor. Gerçi bizimkiler çocuğu sıkıştırmışsın yine o şeyin içine diyor. Ama İpek'i evin içinde bebek arabasına bağlayıp veya yürütece hapsedip uzaktan seyretmek istemiyorum. Aynı kitapta konuyu şu şekilde sonlandırıyor;
Çocuğun kromozomlarında bir hazırlık dönemi geçirmesi gerekliliği yazılıdır. Bu yazı o kadar güçlüdür ki insan kapasitesi bile bunu değişik hareket denemeleriyle bozamaz. Tabii ki bu alet, çocuğun zor olan gelişim dönemine yardım etmediği gibi, aynı zamanda onun sadece hareket gelişimini değil, ona bağlı farklı alanlardaki gelişimini de geciktiren bir ürün olarak karşımıza çıkıyor. Yürüteçsiz de biraz daha fazla çaba sarf ederek yürümeyi öğreniyorlar.


Şiddet gibi çok bariz kötü davranış modelleri haricinde aileleri ve özellikle anneleri çocuklarını yetiştirme şekilleri konusunda yargılamanın doğru olmadığını düşünüyorum. Her annenin bir kişiliği, hayat tarzı, bilgisi ve en önemlisi aile düzeni var. Neticede annenin rahat ve mutlu olması çok önemli zira çocuk annenin ruh halini hissediyor ve etkileniyor. 50 yaş civarında olan ablamın arkadaşları benim İpek'i kucağımdan indirmediğimi görünce "sen çocuğunun keyfini çıkarıyorsun, bizim ise yemek yapmak, evi ve aileyi çekip çevirmek önceliğimizdi, bir yandan da çocuk büyüyordu" dediler. Eğer evde doğrudüzgün yemek olmadığında huzursuz olan ve huzursuz eden bir baba varsa, anne evin huzurunu düşünecek ve önceliği ev işlerine verecektir. Veya huzuru sağlayacak diğer şeylere. Araba, yürüteç, emzik, bebek koltuğu gibi aletler de annenin yardımcısı olacaktır. Ben çok şanslıyım ki eşim çok anlayışlı ve yardımcı. Hem hamileliğimde hem de sonrasında inanılmaz yanımda ve destek oluyor. İpek'le de çok güzel zaman geçiriyorlar. Bazı şeyleri benim gibi yapmıyor olsa da müdahale etmemeye çalışıyorum. İpek babasıyla eğleniyor ve babası eve geldiğinde ona gösterdiği tezahürat bazen beni bile kıskandırıyor.

Sonuç olarak bence aile düzeni ve annenin mutluluğu çocuğun mutlu ve sağlıklı gelişimi için çok önemli.Bu nedenle aile düzenini veya konforunu korumaya çalışan hiçbir anneyi yargılamamaya çalışıyorum ama ben yürüteç kullanmak istemiyorum.