9 Eylül 2012 Pazar

Tercihler...

Bugün dışarı çıkmak üzere ben evin içinde hazırlanmak için dönüp dururken İpek kirli kot pantolonunu getirip "anne pantobon, pantobon" diye göstermeye başladı. Ben ilk başta sadece gösteriyor zannettim "aaaa evet pantolon İpekcim çok tatlısın" gibi şeyler söyledim ama sonra hemen fark ettim ki "bunu giymek istiyorum" diyor!!!! Ama ama...bi dakka, ben kıyafet tercihi yapacağı zamanlara daha var diye düşünüyordum..

Benim niyetim çok sevdiğim fırfırlı eteğini giydirmekti ve bir deneme yapmak istedim, "aaaa kot pantolon çok güzel, burada çok güzel bir de etek var hadi onu giyelim" dedim ama etek hızlı bir hamle ile yeri boyladı. Yapacak birşey yoktu, kotun üzerindeki bariz yemek lekeleri silindi ve giyildi.

Kızımın kendi tercih ettiği kıyafeti giymesine yardımcı olmak daha keyifli galiba... bakalım bu tercihler nasıl devam edecek?

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Yürümenin Dayanılmaz Mutluluğu

Çok karamsar yazmışım bir önceki yazımda. Evet, o gece çok zor geçti ama sabahında moralim iyiydi. Uzun sürmez benim bu hallerim. Sabahları keyifli uyanırım genelde. Zaten İpek doğduğundan beri her sabah çok daha mutlu uyanıyorum. Daha küçücükten itibaren İpek'le uyandığımız her sabah, kızıma önce sıkı sıkı sarılıyorum sonra yüksek sesle "uyandık, yaşasın, alkış, yihhuuu" diye bağırıyorum. "Bu sabah da beraber uyandık İpek'ciğim şükredelim" diyorum. İpek bu sabah seramonilerine alıştı artık. Bazen sabah uyandığında daha emerken alkış yapmaya başlıyor.

Ağrım halen devam ediyor, yürürken zorlanıyorum, ayakta kalmak da çok zorluyor. Yarın doktora gidicez, bakalım neymiş bu durumun sebebi. Başlık yürümek ama benim yürümem ile ilgili değil İpek hanımın yürümesi ile ilgili.

Evet, İpek kızım da ilk adımlarını atmaya başladı. Her bebek için önemli bir gelişim aşaması gerçekten. Bunu İpek'i izlerken çok daha iyi anladım.

Cumartesi akşamı İpek elimden tutup beni çeke çeke abisinin odasına götürdü. Odaya girince abisine klasik tezahüratlarını yaptı. Sonra abisinin yatıyor olduğu yataktan odanın diğer tarafına doğru hiçbir yere tutunmadan yürüdü, yaklaşık 1,5 - 2 metrelik bir mesafe. Biz donakaldık. Çünkü ellerini bırakarak denge denemeleri yaptığı ve bir yerden bir yere geçerken tutunmadan atıldığı oluyordu ama bunlar o kadar da sık olmuyordu. Yani biz böyle bir hamleye hazırlıklı değildik. Sonrasında odanın bir yanından öbür yanına defalarca gitti geldi. Kimisinde düştü, kimisinde tamamladı. Sonra salona geldik, bu sefer daha uzun mesafeler denemeye başladı. Babası eve geldiğinde onun için de tam bir sürpriz oldu.

Beni bu konuda yazmaya iten asıl durum ise, İpek'in bu yürüme denemelerinde nasıl mutlu olduğu. İlk akşam abisinin odasında yürüdükçe o kadar mutlu oldu ki. Her deneme sonrası alkış, kahkaha, yere oturup bacakları çırpmalar ve daha neler. Zaten her yürüyüşünü kıkırdayarak yapıyor. Eller havada, yüzde kocaman bir gülümseme ve dünyalar tatlısı kırkırdamaları. Dengesini bulamayıp düşmelerinin bazılarının nedeni muhtemelen kıkırdamaktan önünü göremiyor olması :)) Dün akşam da aynı şekilde salonda kıkır kıkır bir o yana bir bu yana gitti. Heryerde kendini deniyor artık. Sanırım böyle böyle gittikçe denge kazanacak. Elbette kızımın yürüyor olması beni heyecanlandırıyor ve mutlu ediyor ama asıl mutlu eden İpek'in keyfini, heyecanını, neşesini ve mutluluğunu görmek. Biz de tabii olayın eğlencesine ve heyecanına kapılıp her birimiz salonun bir tarafına geçip "İpek gel gel gel" dedik. İşin komiği artık İpek kendi başına yürüme denemelerin kendi kendine "ge, ge, ge" diyerek yürüyor :)) Yürürken o kelimeleri söylemesi gerektiğini düşünüyor herhalde.

Güleryüzlü bebeğim zaten emeklerken de hep gülüyordu, dilerim herzaman kendini ve hayatı böyle keyifle ve neşeyle keşfeder ve yaşar. 

24 Mayıs 2012 Perşembe

Saat gecenin 3'ü kalktım lenslerimi çıkardım, yine uyuyakalmışım. Ağrım halen devam ediyor. Bir haftadır filan sağ tarafımda belim ve kalçam arasına bir ağrı saplanmış durumda, birkaç gündür bacaklarıma vurmaya başladı ve çok zor yürür oldum. Hemen doktora gitmektense merhem sürüp biraz beklemem önerildi, ortopedist bir arkadaşımız da aynı tavsiyeyi verdi. Geçmezse konuşalım dedi. Ancak bu süreçte benim dinlenmem gerekiyor ancak bu mümkün değil. Dün gündüz neredeyse hiç uzanamadım. İpek gündüzleri kucağımda emerek uyuyor, yatağına koyarsam uyanıyor ve ağlıyor. Kucağımda uyurken oturuyorum yani dinleniyor sayılırım ama kucağımda yaklaşık 10 kg. ile oturunca neticede bu ağırlık da kalçama baskı yapıyor ve kalkarken çok zorlanıyorum. Gün içerisinde İpek'i kucağıma almadan da olmuyor. Kızımın yanında hasta gibi gözükmek ve şikayet etmek de istemiyorum. Geceleri ise İpek sık sık uyanmaya devam ediyor. Yatağı da benim sağımda, dolayısıyla gece sık sık sağ bacağıma ağırlık vererek kaldırıp-yatırmam gerekiyor, bu da canımı çok yakıyor.  Öbür tarafa da alamam oda müsait değil.

Sanki kızımdan şikayet ediyor gibiyim ama öyle değil. Tam tersine bana inanılmaz moral veriyor, mutlu ediyor. Yanlız olmak çok zor. Aksi gibi ablam da Ankara'ya gitti. Keşke annem daha sağlıklı olsaydı diyorum. Fiziksel bir acı çekip bunu çocuğuna belli etmemeye çalışmak, derdini kimseye anlatamamak, bir yarım saatliğine de olsa güvenebildiğin birisine emanet edip uzanıp dinlenememek çok zor. Hastayken zor. Bir-iki hafta önce deli gibi boğaz ağrısı çekip vücudum dökülürken de çok zorlandım ama psikolojik olarak bu kadar etkilenmemiştim. Belki de üst üste geldi.

Ağladım az önce ama durdurdum hemen kendimi. Biliyorum ki bu bir sınav, deneme. Daha kötü durumda da olabilirdim. Şükrediyorum bunun için. Zaten yakında geçicek. Bana asıl koyan yanlızlık, onu da biliyorum ama bu da insanın daha güçlü olmasını sağlıyor. Seneca'nın çok sevdiğim sözü: "Ummaz olursan korkmaz olursun". Aslında kimseden birşey beklememeyi, ummamayı sadece Allah'a sığınmayı başarabilmek istiyorum. Çok kolay değil elbette, olmadığı için böyle denemeler var. Bunun için de şükretmek lazım.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Doğumgünü ve Dişbuğdayı

İpek'in doğumgünü için şöyle mi yapsam böyle mi yapsam düşünceleri çok önceden başladı kafamda. Ancak 1 hafta öncesinde deli gibi boğazım ağrıyıp, her tarafım dökülüyorken, su içmeye ve konuşmaya bile halim yokken eşime ve ablama ben doğumgünü yapmak istemiyorum, İpek'i alıp  yakın bir yere otele gidiyim hatta uzak bir yere de gidebilirim gibisinden kaçış planları yapmak istediğimi söyledim. Hem nasıl olsa İpek ilk doğumgününü hatırlamayacak, kocaman bir pasta olmasa da olur... "Olmaz" dediler, "hatırlamayacak ama fotoğraflar kalacak, İpek'in de ilk doğumgünü partisi olsun."  Boğazım düzeldikçe doğumgünü yapma fikrine tekrar ısınmaya başladım. Aslında benim asıl istediğim dişbuğdayı yapmaktı. Bu tarzda geleneksel ritüelleri sevdiğim için doğumgününden ziyade dişbuğdayı hadisesi daha çok ilgimi çekiyordu ve ben aylar öncesinden dişbuğdayı nasıl yapılır, neler yapılır, ben ne yapsam diye araştırmalara başlamıştım. Ancak İpek dişini 10.ayda çıkardı ve o sıralarda başka organizasyonlar olduğu için ve ablamın zamanı olmadığı için dişbuğdayını önceden yapamadık. Zira ben kendi başıma bir organizasyonun altından kalkacak durumda değilim bu nedenle börek-çörek yapımı konusunda ablam-yengem-eşim üçlemesinden yardım alıyorum ve kalabalık bir misafir grubu ağırlayacaksam onların müsait olması gerekiyor. Neticede doğumgünü ve dişbuğdayını birarada yapmaya karar verdim. Dişbuğdayı bolluk-bereket ile ilişkilendirildiği için nar şeklinde kurabiyeler yaparım, evi narlı objeler ve başaklarla süslerim planları 2 hafta hasta dolaşınca suya düştü. Çünkü bu istediklerimi yapabilmek için mağaza ve çarşı dolaşmayı planlıyordum ama yapamadım. İnternetten bir yaş süsleri ve pastalarını sevdiğim bir pastaneden pasta ısmarladım. Evi eşim süsledi, benim çok hoşuma gitti ki doğumgününün üzerinden neredeyse 10 gün geçmesine rağmen halen süsler duruyor. Nar-başak ikilisini kullanamayınca bari 1 yaşına odaklanıyım dedim ve masa örtüsünden, peçetesine, süslere kadar herşey 1.yaş temalı oldu. 



Ben aslında İpek'in doğumgününü haftasonu yaparım diye düşünüyordum ancak babası özellikle gününde olmasını istediği için öyle yaptık. Bizim aile, birkaç akraba ve Selcen geldi. İpek'e doğumgünü için fırfırlı bir etek almıştım, kendime de benzer bir etek alarak kızımla bir örnek giyindim. 

Ablam-yengem-eşim üçlemesinin yaptığı börekler-çörek ve salataları afiyetle yedikten sonra dişbuğdayını ikram ettik. Kurukayısı, üzüm, fındık, badem, esmer şeker, tarçın ve çikolata drajeleri ile yaptığımız dişbuğdayı çok beğenildi. 



Sıra pasta faslına gelince İpek biraz yorulmuş ve uykusu gelmişti. Ben de biraz canlansın diye müzik açtım. Pastanın başında babası İpek'i tutarken herkes etrafında durup alkışlayarak tempo tutunca İpek önce bir afalladı sonra hemen havaya girdi. Alkış yaptı, dans etmeye başladı. Keyfi yerine geldi. 1 şeklindeki mumuzu üfledikten sonra harika lezzetteki pastamızı da yedik. 



Bu arada çiftlik evi şeklindeki pasta çok güzeldi. Ben İpek'in doğduğu günlerde bu pastaneye gittiğimde benzer bir pasta görmüş ve çok beğenmiştim. Ben biraz değiştirerek ısmarladım. Hem bizim çiftlikten ilham alarak hem de İpek hayvanları çok sevdiği için çiftlik evi şeklinde olsun istedim. Bu kadar beğeneceğimi düşünmemiştim, çok eğlenceli hem de çok lezzetli bir pasta oldu gerçekten.



Aile arasında, sevdiğim kişilerle sıcak, samimi ve keyifli bir gün oldu. Umarım İpek de keyif almıştır ve ileride fotoğrafları beğenir. Ve yine umarım kızımın hayatındaki diğer doğumgünleri de keyifli ve mutlu geçer. Her fırsatı seyahat etmek için değerlendirmeye çalıştığım ancak son dönemde pek yapamadığım için Yaban'ın Como gölündeki 1.yaş kutlamasında aklım kalmadı desem yalan olur. Bence bir yerlere seyahat edip orada küçük bir mumla kutlasaydık da yine fotoğraflar güzel olurdu. Klasik bir şekilde evde kutlamak çok mu suni olucak diye düşüncelere kapılmıştım ama öyle olmadı, çok keyifliydi ve ben de güzel bir tat ve hatıra bıraktı. 

Bu arada müzik, eğlence derken dişbuğdayı ritüelini yapmayı unuttuk. Hani şu bebeğin ileride hangi mesleği seçeceğini belirleyecek objeyi seçmesi ritüeli. Akşam ailecek otururken aklıma geldi. Neler konduğunu da tam bilmemekle birlikte internette okuduklarımdan aklımda kalanları bir sehpaya koydum. Kalem, kitap (tanrılar okulu), mouse (bu yeni adet sanırım), para (bunu ben istemedim aile fertleri ısrar etti) ve derece (steteskop bulamadığım için derece koydum). Koltukaltından ateşini ölçmeye çalışırken binbir şaklabanlıkla dereceyi tutmasını engellmeye çalıştığım için olabilir diye düşünüyorum, İpek doğrudan dereceyi aldı. İleride tıp'la ilgili bir meslek seçer mi bilemem. Ama rahatça dereceyle oynayabildiği için pek mutluydu.




Sevdiklerimizle birlikte geçirdiğimiz keyifli ve samimi günlerin tadına doyum olmuyor gerçekten, dilerim İpek kızımın böyle günleri çok olur. 

17 Mayıs 2012 Perşembe

İpeksi dialoglar - 2

Anne: İpekcim doydun mu?
İpek: doydu (bu gerçekten doydum gibi duyuluyor, çok komik)

Teyze: İpek geldin mi?
İpek: deydi

Anne: İpek teyze gelmiş
İpek: teyde

14 Mayıs 2012 Pazartesi

İpeksi dialoglar - 1

Anne: "İpek kaç yaşında?"
İpek: "biiiiiiiii"

Babaannesi anneye der ki: "Galiba İpek'in köpek dişleri çıkıyor"
Yanlarından emekleyerek geçen İpek: "hov hov hov hov"

Dayısı: a-boovvv
ertesi gün babaannesinin kucağında camdan dışarı bakan İpek: a-booovvv

Annesi: cici köpek di mi?
kitaptaki köpeği seven İpek: cici cici

Annesi: İpekcim bak miyav miyav
İpek: mınna mınna

9 yaşındaki kuzeni Can'ın peşinden koşan İpek: abi, abiiiiiii

Ananesinin tespihlerini gören İpek: aminnnn

Mutfakta el bezi arayan annesi: a-ooo bez nerde İpek
İpek: a-oooo

Herşeyi işaret eden İpek: bu, bu, bu

Annesi: ne istiyorsun İpek?
İpek: ne, ne, ne

Çorabını ayağına götüren İpek: gi, gi, gi

9 Mayıs 2012 Çarşamba

İpek'le alışveriş

Hamileliğimden itibaren kıyafet anlamında kendime pek seyrek alışveriş yaptım. Sadece ölçülerim değiştiği için gerekli olan bir-iki şey aldım o kadar. Doğumdan sonra da kilo vermediğim için almak istemedim. Hem halihazırda dolabımdaki kıyafetlerim dururken yenilerini almak saçma geldi hem de normal bedenimden daha büyük bedende kıyafet almak da pek zevk vermiyor zaten. Hatta mağazalara girmek ve vitrinlere bakmak hiç içimden gelmedi. Çok da iyi oldu, gereksiz masraflardan kaçınmış oldum. Hem anne olduktan sonra kıyafet alışverişi deyince aklıma İpek geliyor artık. Mağazalara girdiğimde doğrudan çocuk reyonuna gidiyorum.

Dün doğumgünü için İpek'e kıyafet alıyım dedim. Bir-iki şey beğendikten sonra kendim için de bakmak istedim ancak ben kıyafet denerken İpek sıkıldı tabii. Daha önce pek fazla böyle uzun uzadıya mağaza deneyimimiz olmadı. Heryere İpek'le gidiyorum dolayısıyla sık sık market alışverişi yapıyoruz veya kendisi için kıyafet, kitap, oyuncak filan alıyoruz birlikte, ancak benim kabinde birkaç kıyafet denemem gibi bir tecrübe pek yaşamadık. Ne yapsam diye düşünürken, deneme kabininden ce-e'lerle filan oyalamaya çalıştım ama olmadı. Ben de daha fazla sıkılmasına dayanamadım pusetinden kaldırdım. Bizimki heryerde olduğu gibi hemen kendini yerlere attı. Mağazanın bizim bulunduğumuz katında pek kimse yoktu, ben de İpek'in oyalanmasını fırsat bilerek birkaç kıyafet denedim. Bu arada İpek sadece yerlerde gezinmedi elbette, raflarda dizili olan kıyafetlerle de ilgilendi ve bazılarını aşağıya indirmeye başladı. Neyseki bizimle ilgilenen bayan çok tatlıydı da, "hiç sorun değil" deyince ben de rahatladım biraz ama sonra bu durumda fazla rahat olmamak gerektiğini hemen anladım. Zira İpek boyu yettiği tüm rafları ziyaret etmeye ve hepsini yere indirmeye başladı. Bir de eğleniyor ve kıkır kıkır gülüyor ki. Bu arada ben kabindeyken kata gelen başka müşteriler kendi başına yerlerde emekleyen ve rafların arasında gezen bir bebek görünce afalladılar. Bakıyorlar ki ortada bir bebek bir de satış temsilcisi "aaa sen napıyorsun burada, aman da ne tatlı şey, annesi burada mı unutmuş???". Bizimki özgürlüğün keyfiyle kendisiyle ilgilenenlere gülücükler dağıtıyor. 
Yeni bir blog açıyım kızıyerlerdegezinirkenkendisikıyafetdeneyenrahatanne.com

Herzaman, her mağazada yapamayız herhalde ama kızımla alışveriş de eğlenceliydi.

30 Nisan 2012 Pazartesi

11 aylık İpek neler yapıyor

11 aydan 12 aya doğru giderken artık kabullenmek gerekiyor ki İpek kızım bebeklikten yavaş yavaş çıkıyor, çocuk diyebileceğimiz döneme giriyor. Elbette herzaman annesinin bebeği ancak gerçekleri de kabullenmek gerekli galiba. Büyüyorlar!!! çok hızlı, şaşırtıcı, büyüleyici bir şekilde büyüyorlar. İngilizcede "toddler" denen döneme giriyoruz sanırım. Geçen ay yazmayı unuttuklarım da var... çok keyifli gelişim aşamaları gerçekten.

Beni en heyecanlandıranlardan bir tanesi İpek'in sözcükler ve davranışlar arasındaki bağlantıyı kullanmaya başlaması oldu veya benim bunu net olarak fark etmem oldu. 10.ayda bir zamandı ki, ben babasına "İpek markette insanlara öpücük gönderiyordu" diye anlatırken bizimki öpücük gönderdi. Bu gelişimini ben böyle keşfetmiş oldum. Sonrasında artık öpücük göndermesi için bizim bu hareketi yapmamıza gerek olmadan kendisinden rica ediyoruz, İpek kızım da bol gülümsemeli, güzel öpücüklerinden bizi mahrum bırakmıyor. "Hadi bye bye/güle güle diyelim İpek" el sallıyor, veeee işte benim en heyecanla beklediğim hareket "alkış" Herzaman alkış yapan bebekleri seyretmek çok hoşuma giderdi. Daha çok öncelerden İpek'e alkış alkış diyip durdum, sonunda daha fazla dayanamadı, tamam anne al sana alkış dedi. Yanlız şu bebeklerdeki sonradan alkışlama huyunu anlamıyorum, önce bir herkesin alkışının bitmesini bekliyor sonra kendisi alkışlamaya başlıyor :) Biz alkış yapmadan da "bravo İpek, alkış, aferim sana" dediğimizde de alkışlamaya başlıyor. Sabahları hadi kahvaltı yapalım İpek diyorum, "mam mam" diyor. Bu çok sıcak dediğimizde ise "üff üff" diyor. İsteklerini işaret ederek çok daha net ifade ediyor. En çok işaret ettiği de kahvaltı sofrasındaki zeytin tabağı. Bir hafta önce yeni bir mutluluk hareketi geliştirdi. Tıpkı kuşların kanat çırpması gibi kollarını sallıyor. Bu daha bebekken ve her bebeğin yaptığı kol sallama hareketinden biraz daha farklı, gerçekten kuşlar gibi yapıyor. Hatta bir keresinde kayısı yerken kayısının yarısı ağzının dışında kollarını sallamaya başladı, aynı yemek bulup uçmaya başlayan martı gibiydi. Bazen heyecanlandığında bazı yeteneklerini arka arkaya sıralıyor çok komik oluyor, avuç içine bir bir, alkış, kol salamak vs.

Heyecanlandığında çıkardığı değişik tonlardaki "aaaaa" seslerine dudaklarını büzüp "uuu uuu uuu" sesleri eklendi ki yine hepimiz bu dudakları büzme durumuna hastayız, acayip tatlı oluyor. Teyzesinin ekranında çiçekler olan telefonu en çok uuuu alanlardan. Aynı şekilde dudaklarını büzüp "hov hov" diyor. Evde tüylü bir köpeği var, o ve diğer tüm tüylü oyuncaklar "hov hov". Ben, kızım ama o miyav, bu da aa ii eşek diyorum, dinliyor sesleri taklit ediyor ama yine hov hov ile devam ediyor, ben de bozmuyorum artık. Dışarıdaki hov hovlar ise ayrı bir yazı konusu. Kedilere ve köpeklere hasta. Neredeyse her dışarı çıkışımız artık ağlamalara sebep oluyor çünkü sokakta bir sürü kedi ve köpek görüyor, ben ne kadar hafifçe sevmesi için yardımcı olsam da bu durum kızıma yetmiyor. Zira evdekilere yaptığı gibi sarılmak, burunlarını ısırmak filan istiyor. Kedi arkasını dönüp giderse, sahibinin dolaştırdığı köpek yanımızdan geçip giderse veya "hadi İpekcim artık güle güle diyelim kediye/köpeğe" dersek kıyamet kopuyor. Bu durumu nasıl halledicez bilemiyorum.

Yazıya ayın 18'inde başlamışım, bugün ancak devam edebiliyorum. Bu arada İpek kedilere miyav demeye başladı :))

İpek'in "gümrükçü" sıfatının yanına ben bir de "papağan" ekledim. Dikkatle dinliyor ve becerebildiği her sesi taklit ediyor. Mis gibi oldun İpek - mi mi mi, gel - ge, çay - ta, İpek sen papağan mısın? - pa pa pa vs. vs. gibi bir sürü sesi taklit ediyor. Birkaç hafta önce akşam yatakta içinde ninni kelimesi geçen bir ninni söylüyordum İpek de ninni demeye başladı ve belki de baba, abi gibi kelimelerden sonra söylediği ilk uzun ve değişik kelime olduğu için bütün gece ninni ninni diyip kıkırdayarak güldü. Ananesi dua ederken yanında olduğumuz bir gün amin demeyi öğrendi. Şimdilerde ananesinin tespihlerinden gördüğünde hemen amin diyor. Hatta İpek ananeye gidelim mi dediğimde amin dedi geçen gün. Bir de kendi kedine konuşmaları var ki çok ama çok tatlı. Bıdır bıdır birşeyler söylerek sehpanın etrafında dolaşıyor mesela, zannedersiniz ki o anda orada çok önemli bir meseleyi çözümlüyor. Gerçi belki de öyledir.

Bir yaşına yaklaşıyor kızım, zaman ne çabuk geçiyor...

9 Nisan 2012 Pazartesi

Özenli bir anne olmaya çalışmak ile antipatik bir anne olmak arasında ince bir sınır oluyor bazen, ve ben sanırım yakın veya uzak çevreme göre zaman zaman sınırın bir tarafında bazen de öbür tarafında oluyorum. 

Elimde değil, istiyorum ki herkes İpek'e benim gibi davransın. Mümkün değil elbette, nereye kadar, kimi kontrol edebilirim ki? Ayrıca tehlikeli de, bir annenin yapmaması, kendini kaptırmaması gereken bir tutum. "Hiç müdahale etmiycem" diyorum, çünkü istiyorum ki İpek'in çevresiyle sıcak ve kendine özgü ilişkileri olsun, benim yüzümden insanlar sıkılmasın ama bazen dayanamıyorum işte.

Bir bebek veya çocuk ağlıyorsa veya sızlanıyorsa bu huysuzluk değildir, bir talebi, sıkıntısı, isteği vardır ve onu dile getiriyordur. Ağlayan bir bebeği kucağa almak, sarılmak onu şımartmaz. Huysuz değillerdir, inatçı hiç değillerdir. Çocukların davranışlarını bu şekilde yorumlamak bizimle alakalı bir durumdur, onlarla alakalı değildir. Ben istiyorum ki herkes bunları bilsin ve ona göre davransın. Ancak yıllardır hatta yüzyıllardır yerleşmiş bazı kalıpları yıkmak o kadar kolay değil. Üstelik toplumun genelinde ağlayan bir bebeğe huysuz demek, bırak alma kucağına şımartacaksın demek anormal de değil, bilakis bunlara karşı çıkmak anormal.

Bu konuda elbette en çok nazım anneme geçiyor. İpek'in ilk aylarında bazen şakayla karışık da olsa anneme "öyle demiyoruz ananesi, şöyle demesek, parmak sallamasak ananesi...." gibi şeyler diyordum, en sonunda annem bir keresinde bana ciddi ciddi kızdı ve "onu deme bunu deme, ne konuşucaz biz bu çocukla" dedi. Haklı tabii ki, neredeyse gık dese ben atlıyorum. Ancak sonra birgün annem "huysuzluk mu yapıyor?" diye sorduğunda ben "hayır, ananesi benim kızım dünyalar tatlısı" dediğimde annem gülümseyerek "hımmm kızına da toz kondurmuyor" dedi ancak bunu derken ki ifadesinde benimle gurur duyduğu çok belliydi. "Tamam" dedim, doğru yoldayım ama müdahaleleri azaltmakta fayda var. Var olmasında var da, ben yine bazen kendimi tutamıyorum. Koskoca insanlara bebeklerle, çocuklarla nasıl konuşmaları gerektiği ile ilgili bilgi vermeye çalışırken buluyorum kendimi. Bir de bilimsel açıklamalar yapıyorum; Biliyor musunuz bir kitapta şöyle yazıyor..., geçenlerde okuduğum bir makalede diyor ki... deneylerle kanıtlanmış ki.... diye anlatmaya başlıyorum. Öğrensinler onlar da İpek'le iletişim kurarken bunlara dikkat etsinler diye. Faydalı mı oluyorum, yoksa yine başladı bizim ukala diye mi düşünüyorlar bilemiyorum ama ben özellikle İpek'in yakın temas içerisinde olduğu kişiler söz konusu olduğunda, "müdahale etmiyim" ile "yok işimi şansa bırakmıyım" düşünceleri ve davranışları arasında gidip geliyorum. 

Bunun birkaç adım ötesi, sokakta karşılaştığım anne-babalara "lütfen çocuğunuza öyle davranmayın" olursa, ciddi problemlerle karşı karşıya kalırım diye düşünüyorum. Sadece İpek için değil karşılaştığım diğer çocuklar için de huysuz, şımarık, yaramaz vb. kelimeleri kullanmak içimden gelmiyor. Artık havalar ısındı, çok daha fazla dışarı çıkıyoruz. Anne ve babaları gözlemleme şansım oluyor çok. Çocuklu insanlar hemen dikkatimi çekiyor. Ve ne yazık ki, çoğunlukla üzülüyorum. "bak babana söyliycem şimdi, yine mi yaramazlık yapıyorsun, gel diyorum, git diyorum, otur diyorum, kalk diyorum....." Ben mükemmel miyim?? tam istediğim gibi miyim?? elbette değilim, kendimi de dışarıdan gözlemlesem bulurum birşeyler ama böyle konuşan ve davranan, bağıran, çağıran suçlayan anne-babaları görünce içim sızlıyor. Cumartesi İpek'i bir ana okuluna oyun grubuna götürdüm. Hem oyun gruplarında neler yapıldığını görmek istedim, hem de İpek neler yapacak merak ettim. Neticede bizimki çok tatlıydı ve uyumluydu. Olmayabilirdi de elbette, uykusu olabilirdi, ortamı sevmeyebilirdi, ağlayabilirdi ve bunlar da çok normal olurdu. 6-18 ay arası, 7-8 kadar anne ve çocuk vardı. Her yanıma geldiğinde sarılıp, öpüp, yüksek sesle, "çok tatlısın, aferim sana, süpersin sen" diyen bir tek anne bendim. Ağlasaydı, istemeseydi yine sarılırdım, yine öperdim, yine "harikasın, çok tatlısın, süpersin, ihtiyaçlarını ne güzel belli ediyorsun" derdim, derdim, derdim. Lütfen hep diyeyim...

4 Nisan 2012 Çarşamba

Bu sabah İpek emerken gözleri kapalıydı, uyuyor diye düşünüyordum. Genelde sabahları kalkmasına yakın daha sık uyanıyor, emerken tekrar uyuyor.

Bir ara başını geriye çekti, gülümsedi, öpücük gönderdi sonra tekrar emmeye devam etti, ve bütün bunları gözleri kapalıyken yaptı.

Uykusunda mı yaptı, yoksa gözlerini açmadan bilinçli olarak mı yaptı anlayamadım ama her şartta kalbimi eritti, gözlerim doldu.

Mutluluğun resminin bir kenarına koydum ve yazmak istedim ki, kafama kazınsın hiç unutmayayayım.

21 Mart 2012 Çarşamba

Babam ve İpek

Bugün 21 Mart, Bahar bayramı, yılbaşı. Güneşin yüzünü kuzey yarım kureye döndürdüğü, toprağın canlandığı gün. Bütün varlıklar için uyanış, diriliş ve yaratılış günü. Kutlama, yenilenme, canlanma günü.

Babam 21 Mart 2009 tarihinde vefat etti. Cumartesi günüydü. Babamın vefat etmek için 21 Mart tarihini seçmiş olması, o gün ve sonrasında olanlar, babamı tanımak ve hayatı tanımak adına bana çok şey öğretmiştir.

Babam vefat etmeden bir süre önce eşim bana evlenme teklif etmişti. Zaten birlikteydik elbette, teklif bir prosedürdü ancak bu durum aileleri işin içine sokmak anlamına geliyordu. Ben ketum bir insan olarak (gerçi artık ne kadar ketumum bilemiyorum) eşimle ilişkimi hop diye bizimkilere söylememiştim. Eşim de zaten ailesinden ayrı şehirde yaşıyor ve uzun bir süre de İzmir'e gidememişti ve bu güzel gelişmeyi yüzyüze söylemek istiyordu. Ben anneme ve ailenin diğer üyelerine söyledim, eşimi ablamlarla tanıştırdım, sırada babama anlatmak vardı. Şimdi düşününce saçma bir tereddüt ve çekingenlik içindeydim. Eşimin benden yaşça büyük olması ve bir önceki evliliğinden yetişkin bir çocuğunun olması karşısında babamın ne tepki vereceğini bilemiyordum. Ablamlar eşimle tanışınca çok beğendiler ve sevdiler. Benim ne kadar aşık olduğumun da farkındaydılar. Annem de benim ne kadar aşık ve mutlu olduğumu görüyor ve sesini çıkarmıyordu zaten. Abimler de gayet anlayışlı yaklaştılar. Babamın da aynı şekilde yaklaşacağını biliyordum ama son zamanlarda kulakları da pek duymadığı için nasıl anlatıcam diye saçma bir tereddüt içindeydim. Ne kadar anlamsız ve gereksiz bir tereddüt olduğunu yine babam gösterdi.

Bir gün önce Cuma akşamı eşim İzmir'e gitti, mutlu haberi ailesiyle paylaştı, beni anlattı. Onlar da sevindiler, hemen tanışma, görüşme planları yapılmaya başlandı. Ertesi sabah babam vefat etti. Babamın cenazesi ikindi namazında olacaktı. Sabah eşime haber verdim, o da ilk uçağa yetişmek için yola çıktı. Babamın vefatının detaylarını yazmayacağım. Ölüm hayatın bir parçası ve ölen kişi için kötü birşey değil, güzel bir yolculuğun devamı, biliyorum. Konu o kişinin yakınları ile ilgili, bu ölüm karşısında ne yaşadıkları ve ne öğrendikleri ile ilgili. Babamın vefatının bende izleri derin oldu. Ancak bu yazının konusu bunlar değil.

Eşim uçaktan iner inmez camii'ye geldi. Hatta yolda karşılaştık. Benim yanımdaydı hep elbette. Ablamlarla zaten tanışmıştı, annem ve iki abim ile cenazede tanıştı ve babamla da tabii ki. Fiziksel olarak el sıkışmadılar belki ama bence çok daha derin bir tanışma oldu.

O gün orada yakın-uzak akrabalarımız, dostlarımızla birlikte belki de eşimin uzun yıllar hiç karşılaşmayacağı tanıdıklarımıza kadar herkes vardı. Neticede akrabaların hepsi ile öyle hemen tanışmayacaktı, belki nikahta, belki yıllar sonra, belki de bazılarıyla hiç tanışmayacaktı. Cenazede herkes eşimi fark etmiş. Ailenin yanında, özellikle benim yanımda sürekli duran yabancı kişi kimsenin dikkatinden kaçmamış elbette. Ortam üzücü de olsa insanların antenleri her daim aktif sonuçta. Eşim nerede nasıl davranacağını bilen, duyarlı ve becerikli bir insandır. Ön sırada namaz kıldı, omuz verdi, mezarına toprak attı, çiçek dikilmesine, su dökülmesi yardımcı oldu, kısacası her zamanki gibi ortalığı hemen organize etti.

Akşam bizim evde dua olduğu sırada, bazı kuzenler sordu biz de söyledik kim olduğunu. O akşam insanlar bizim evden ayrılırken bana önce "başın sağ olsun" dediler, ardından "damat beyi çok beğendik, hayırlı olsun, Allah tamamına erdirsin" dediler. Düğün ve cenaze filmi gibi. Babam herzaman esprili, neşeli, keyifli bir adamdı. Bulunduğu ortamı neşelendirmeyi de iyi bilirdi. Hem eşimi ailenin tam ortasına getirdi hem de o günü böyle enteresan bir şekilde yaşamamı sağladı.

Babam güçlü, kuvvetli, becerikli, elinden her iş gelen, zeki, çok çalışkan bir adamdı. Küçücük yaşından itibaren çalışma hayatına atılıp, sıfırdan bir işletme yaratmış, kendi tasarımı makinalar üretmiş, etrafında çok sayılan ve sevilen biriydi. Küçükken babama çok düşkündüm, benim için süper kahraman gibiydi. Ancak ben 14 yaşındayken kısmi felç geçirdi. Kısa sürede iyileşti ancak tam olarak eski sağlıklı günlerindeki gibi değildi. İş hayatını yavaş yavaş bıraktı. Ben üniversitedeyken ise ikinci kere kısmi felç geldi ve biraz daha sağlığı bozuldu ve gittikçe bozulmaya devam etti. Son zamanlarında zar zor yürüyor ve kulakları neredeyse hiç duymuyordu. Öldüğünde ben 33 yaşındaydım. Kısacası ben babamın daha çok hasta halini gördüm. Sağlıklı, canlı, aktif olduğu zamanları çok az hatırlıyorum. Babamın eski hallerini bilen insanlarla tanışınca da bana hep babamı anlatsınlar istiyorum. O zaman babamın gerçek halleri kafamda canlanıyor.

Kızlar babalarına benzeyen erkeklerle evlenirlermiş, eşimin bir çok özelliği babama o kadar çok benziyor ki, halen bu durum beni şaşırtmaya devam ediyor. Elbette babamın eşimi tanımasını çok isterdim, eminim çok iyi anlaşıcaklardı.  Ancak babamla ve ailenin geri kalanıyla bu şekilde tanışması benim için üzücü olmadı hiç. O günden itibaren hemencecik ailenin bir parçası oluverdi. Bence babam herşeyi olması gerektiği gibi organize etti. Zaten birçok şeyi bizim adımıza önceden düşünüp, yapmış bir insan olarak yine kendini gösterdi.

Evlendikten sonra mutfakta bir masaya ihtiyacımız oldu. Alt tarafı bir masa ama ben şöyle mi alsam, şurdan mı alsam diye düşünüp dururken, bir gün işyerine bir adam geliyor ve abimlere "benim yıllar önce babanıza borcum vardı, ödeyemedim, şimdi masa imalatı yapıyorum size bunlardan vermek istiyorum" diyerek herkese birer tane masa verdi. Bu olay karşısında benim ilk aklıma gelen, babamın öldükten sonra bile halen ihtiyaçlarımızı karşıladığı oldu.

Vefatından önceki son yıllarda babam doğumgünlerimizde bize altın hediye etmeyi adet edinmişti. Özel günlere de çok önem verir ve parası olduğunda dönem dönem alır, biriktirirdi. Eş, dost akrabaya özel günler için verilecekler ile birlikte hepsinin teker teker yeri belliydi. Bu altın, Ayşenin çocuğunun doğumunda verilecek, şu altın  Fatma'nın çocuğunun sünnetinde verilecek, şunlar çocukların doğumgününde vs. Geçen ay yeğenim sünnet olduğunda annem, "baban Can'ın sünneti için altınını hazırlamıştı yanlış hatırlamıyorsam bir bakiyim" dedi. Gerçekten de varmış ama yanında bir altın daha varmış. Son iki altın... biri Can için ve sanırım biri de İpek için. İpek'in ilk doğumgünü için.

Babam kız çocuklarını çok severdi. Ablamın doğduğu 60'lı yılların başında, insanlar kız çocukları oldu diye suratlarını asarlarmış. Babam yaşasın kızım oldu diye hastanedeki bütün hastabakıcı ve hemşirelere bahşiş dağıtmış, hastanedekiler çok şaşırmış.  İpek'i tanısaydı ne yapardı bilemiyorum. Ayrılamazlardı herhalde. Yemek için yaşayanlardan olan, börek, çörek, hamurişi düşkünü babam, daha dişleri bile çıkmadan börekleri eliyle hapır hupur yiyen torunuyla karşılıklı börek yemekten acayip mutlu olurdu herhalde. Haftasonu balık yemeğe gittiğimizde İpek'e lakerda yedirdim. Çok hoşuna gitti, bayağı yedi. Babam da çok severdi. Biz de "İpek kimin torunu olduğu yine belli etti" dedik.

16 Mart 2012 Cuma

İzmir seyahati

Geçtiğimiz haftasonu İzmir'e gittik. Kurban bayramından beri İpek'le yaptığımız ilk uzun seyahat oldu. Babaannemizi, amcalarımızı, yengemizi ve en önemlisi çiftliği görmeyeli uzun zaman olmuş.

Perşembe akşam yola çıktık. Babamız en sonunda araba koltuğunu taktığı için ilk defa bu seyahatte denedik. İpek kız'ın koltuğa ilk oturduğu hali çok komikti daha doğrusu kuruldu diyim. Elleri yana koydu ve etrafı incelemeye başladı. Gece seyahati olduğu için evdeki gibi uyudu, uyandı, emdi, tekrar koltuğuna koydum uyumaya devam etti. Gece 03:00 civarı İzmir'e Karşıyaka'ya vardık. Babaannesi ve amcası bizi evde bekliyorlardı. İpek gelir gelmez uyandı, etrafına bakındı neler oluyor, ben neredeyim diye. Babaanne ve amcaya hemen atlamadı tabii ki, biraz seyretti kim bunlar diye... veeeeee Şımarık'ı gördü. Şımarık babaannesinin kocaman ve görüp görebileceğiniz en pofuduk tüylü kedisi. Kızımın evdeki tüylü hayvanlara çıldırdığını yazmıştım. Şimdi karşısında kocaman, hareket eden bir tüylü hayvan görünce gecenin üçünde gözü başka hiçbir şey görmez oldu. Tıpkı evdeki oyuncak tavşana yaptığı gibi tutmak, sarılmak ve burnunu ısırmak filan istiyordu ama ben temkinli olmaya çalıştım. Şımarık uysal bir kedi ama neticede bizimki direk tüylerini koparmaya filan yelteniyor, Şımarık da oyun oynuyor zannederek veya canı yanarsa karşılık verebilir. İpek'in benim gibi kedileri sevmesini istiyorum bu nedenle küçük yaşta gereksiz bir travma geçirip kedilerden soğusun istemiyorum hem de kedinin tırmalamasını da istemiyorum elbette. Nitekim ertesi gün babası sevmesi için yaklaştırdığında bizimki doğruca elini Şımarık'ın en pofuduk yeri olan boğaz tüylerine daldırdı ve bir tutam elinde kaldı. Şımarık sakin kalmaya çalıştı ancak patisini de İpek'e şöyle bir gösterdi ki ben yanlarına uçmamak için kendimi zor tuttum. Zira biliyorum ki çocukları hayvanlardan soğutan en önemli etken anne-babanın tepkisi. Ama tepkisiz kalmak da çok zor. Neyseki bir sorun olmadı, bizimki Şımarık'ın peşinde pek keyifliydi, kızımın kedi peşinde koşmasını seyreden ben ise ondan keyifliydim. O gece İpek'i Şımarık'ın peşinden zar zor alıp uyuduk.

Ertesi sabah babamız halen uyurken İpek'i babaanne ve Şımarık ile bırakıp markete İpek için organik yumurta almaya gittim. Özlemişim İzmir'i. Marketten sonra hemen karşısındaki fırından nefissss boyoz ve gevrek (simit) de aldım tabii ki. İzmir'e geldik mi boyoz ve gevrek yemeden olmaz. Seviyorum İzmir'de böyle gelenekleri, İstanbul'da rastlamak zor artık. Sabah fırına gidiyorsun kuyruk var çünkü İzmir'li dediğin sabahları boyoz ve/veya gevrek yer. Ortak davranışlar, ortak alışkanlıklar. Büyük şehirdesin ama insanların davranışları ve alışkanlıkları bir kasabada yaşar gibi.  Bu nedenle sabah fırına ben gitmek istiyorum, hoşuma gidiyor. Eş durumundan Karşıyakalı oldum ama fırına gidip ben de "gevrek" istiyorum diyorum simit demiyorum :))

Babaannemiz IKEA mama sandalyemizi hazır etmiş. İpek kahvaltıda yumurta, boyoz ve gevrek yedi. Tam bir İzmir'li oldu kızım.

Öğlen Bergama'ya çiftliğe gittik. Bergama'yı da özlemişim. Hava çok güzeldi, bir sürü ağaç çiçek açmış. Etraf yemyeşildi. Çiftliğin kapısına yeni bir köpek alındı, "Tony". Tony bizi tanımadığı için kapıdan girerken bayağı havladı, hırladı. İpek ne yaptı? Acayip hoşuna gitti, kanatlarını ve bacaklarını çırpmaya başladı. Sonra bizim çiftlikte yaşayan aile Semra ve Halil'i görünce iyice keyfi yerine geldi. Hatırlıyor mu bilemem tabii ki ama Kurban bayramında Semra ile çok iyi anlaşmışlardı. Şimdi de hemen kucağına atladı. Sonra Tony'nin yanına gitmek istedi. Bu sefer de Tony'den ayırmak zor oldu. 

Eşim evi temizlemeye giriştiğinde biz de önce buzağıların yanına gittik. İpek kızımı zor zaptettim, buzağıları sevmek için kucağımdan atlamaya çalıştı hep. Şu an için çiftlikte pek bir önlem almadığımız için ve ben hazırlıksız olduğum için çok fazla serbest bırakamadım İpek'i ama uzun uzun buzağıların ve kızların (inekler) yanında kaldık, seyrettik. İpek hepsini ilgiyle inceledi, güldü, yanlarına gitmek için atıldı. Kızlar da en meraklı halleriyle bizimkini seyrettiler. İpek tam bir çiftlik kızı olsun istiyorum. Bir sonraki gidişimizde daha fazla sokuluruz yanlarına, kesinlikle kızım benden daha cesaretli. Eve yerleştikten sonra bazı işlerimizi halletmek için Bergama'ya gittik. Birkaç yere uğradıktan sonra Pala'da yemek yedik. Ben köfte yedim, eşim has bir İzmir'li olarak tabii ki ve elbette kelle yedi ve İpek'e de beyin tattırdı. Bizimki gerçi sonradan ağzından çıkardı ama pek de itiraz etmedi yani neredeyse babası biraz daha çalışsa kendisine eşlik edecek yeni bir arkadaş bulacak.

Ertesi gün de hava güneşliydi. Sabah Semra bizim tavukların yumurtasından ve kendi yaptığı zeytinlerden getirdi. İpek zeytinleri götürdü tabii ki. Kahvaltıdan sonra yürüyüş için çiftliğin dışına çıktık. Ergo ile yürüyüş yapmaya cesaret edemedim, İpek'i arabasına koydum. Çiftlikten çıkarken Tony yine havladı, hırladı. İpek yine güldü, heyecanlandı. Çiftliğin dışında da gönüllü bir bekçimiz var. Siyah, beyaz köpek sürekli kapıda bekliyor. Bizim çıktığımızı görünce önce gelip bizi bir kokladı, sonra yürüyüşte bize eşlik etmeye başladı. İpek mest oldu. Bizimki köpek yanına geldikçe ayaklarını çırpıyor, köpek oyun yaptığını zannedip İpek'in ayakkabılarını yalıyor. Bir de köpek arkadan takip ederse bizimki kızıyor ve köpeği görmek istiyor. Hava rüzgarlıydı ama her zamanki gibi tertemiz, pırıl pırıldı. Bergama'nın o güzel havasında, zeytinliklerin, tarlaların arasında yürüdük. Dönüşte komşu tarlanın sahipleri olan karı-koca bizi çaya çağırdı. Tarlalarının yanında küçük bir evleri var. Asıl olarak Bergama'nın içince oturuyorlar ancak tarla ile ilgilenecekleri zaman gelip burada kalıyorlar. Bildiğimiz köy evi. Saadet sobayı yaktı. İpek kendini evin içinde yerlere attı. Halı ve yer minderlerinde hareket etmek çok daha rahat ve keyifli. Yerde emeklerken bir baktım küçük bir örümcek yürüyor. Benim örümcek korkum meşhurdur. Küçük veya büyük fark etmez, korku mudur başka birşey midir bilemiyorum ama sakin kalamam. İpek örümceği görünce peşinden gidip tutmak istedi. Bense ömrü hayatımda ilk defa bir örümcek karşısında sakin kalarak "aaa İpekcim bak örümcek heh heh ne tatlı değil mi, ama biz bırakalım gitsin evine" diye saçmalamaya başladım. Yani buna henüz hazır değilim. İpek ellesin, korkmasın ama ben nasıl sakin kalıcam bilemiyorum. Kendimi buna psikolojik olarak hazırlamam gerekli. Bir örümcek veya böcek karşısında korkmuyormuş ve seviyormuş gibi davranmak için, hele de İpek örümceği veya bir böceği elinde tutarsa, ben o böcekleri kızımın elinden almak için içsel gelişimim üzerinde bayağı çalışmam gerekecek.

İpek'le köyde ilk misafirliğimizi de yaptıktan sonra çiftliğe döndüğümüzde Semra bizi pişi yemeğe çağırdı. Gerçi Semra'lar çörek diyor, ben hamur derdim, birileri de pişi diyor diye benim de dilimde öyle kaldı artık. İçi boş hamurun yağda kızartılmış hali. Bayılırım, kaç tane yediğimi hatırlamıyorum, benim hamurişi düşkünü kızım da hiç kafasını filan çevirmedi. Eve geldikten sonra da akşam babaannemizin yanımıza verdiği yemeklerden yedik biraz. İpek taze baklanın ve hardal otunun de tadına bakarak İzmir'in otlarıyla da tanışmış oldu. (dün de İzmir'den getirdiğimiz ısırgan ile yapılmış börekten yedi, hardalotuna o kadar yüz vermemişti ama böreğin içindeki lorla karıştırılmış ısırgan otunu bayağı lüpletti)

Cumartesi akşamı yeniden Karşıyaka'ya döndük. Babaannemizin yaptığı enginarın sapından ve elbasan tavadan biraz yedik. Bu sefer yemekte her iki amcamız ve yengemiz de vardı. Kendilerine alıştıkça yemek sırasında teker teker öpücük göndermeyi ihmal etmedik.Yemekten sonra yine şımarık'ın peşinden koşturduk.

Pazar sabahı hep beraber boyozlu, gevrekli kahvaltımızı yaptıktan sonra amcamızı ve yengemizi alarak Karşıyaka çarşısında yürüyüşe çıktık. Ben  İpek pastanesinin önünden geçerken beyaz kremalı ekler pasta gördüm ve atladım. İstanbul'da anlamsız şekilde artık beyaz kremalı ekler pasta bulabilmek çok zor. Hemen iki tane yedim, iki tane de paket yaptırdım. Biraz dolaştıktan sonra İpek babasının kucağında ergo'da uyuyakaldı. Yola çıkacağımız için fazla uzatmadan eve döndük, babaannemizi de alarak İstanbul'a doğru yola çıktık. Şimdi dört gözle yeniden Bergama'ya gideceğimiz zamanı bekliyoruz.

14 Mart 2012 Çarşamba

10 aylık İpek neler yapıyor

İpek kızım 10 Mart'ta 10 aylık oldu. Değişimi, gelişimi, bazı tavırlarındaki istikrarı muhteşem. Bir bebeğin büyümesine tanık olmanın bu kadar keyifli olduğunu tahmin edemezdim. Üstelik de benim bebeğim.

Bazı gelişim aşamalarının tam tarihlerini not alamadım maalesef. Aklımda tutmaya çalışıyorum ama sonra unutuveriyorum. Daha disiplinli not tutmam gerekli aslında.

İpek bir süredir sıralıyor. Sıralama belirtilerini önceleri sürekli ayakta durma isteğiyle göstermeye başlamıştı. Sonra sehpalara, koltuklara tutunmasına yardımcı olmaya başladık. Kendisini yürütmemizi istedi hep, biz de seve seve yürüttük.  Bir aşama sonra bulduğu her yere tırmanmaya başladı. Derken tırmandıktan sonra sehpanın etrafında tutunarak yürümeye başladı ki bu duruma halk arasında sıralamak deniyor. İpek bunları hiç emekleme belirtisi göstermeden yaptı. "Aaaaa bu emeklemeden yürüyecek" yorumları yapan bir kısım büyüklerini yanıltarak, sıraladıktan sonra da emeklemeye başladı. Şu anda her iki yeteneğini kullanmak ve geliştirmekle meşgul.

İnsan vücudunun olanaklarından faydalandıkça hayatı tanımaya ve keşfetmeye de hız verdi. En kolay ulaşabildiği, boyuna en yakın olan banyo çekmecelerinden başladı. Kalorifer korkuluklarımız merdiven gibi olduğu için tırmanması pek zevkli. Televizyonun üzerindeki minik el izleri tamam, sırada düğmesine basmak var. 
Emekleyerek anneye doğru gitmeye bayılıyoruz. Gülerek emekleyen kızımı izlemek nasıl keyifli anlatamam çünkü hep bir hedefe doğru ilerlediği için hep gülerek emekliyor. Bu arada sıralayarak sehpadan koltuğa, koltuktan sehpaya veya ulaşabildiğimiz her yere geçişlerimizle ulaşım alanlarımızı iyice genişletiyoruz. Bir de tek elimizi bırakıp denge denemelerimiz var.

Babası İpek'e "gümrükçü" diyor. Çünkü kendisinin denetiminden ve gözetiminden geçmeden hiçbirşey yapmak mümkün değil. Herşeyi ellemek, tatmak istiyor, minicik bir ses duysun yaptığı şeyi hemen bırakıp (meme emmek dahil) hemen ne olduğunu anlamak istiyor. Evde veya sokakta fark etmez kucakta dolaşırken uzanabildiği her şeye elini atıyor. Diyelim ki kendisi 2 saniye önce lıkır lıkır su içti, şimdi anne su içiyor. O suya mutlaka el atılır ve bakılır, veya başka ne içiyor veya yiyorsa. Evde yanlızız ve meme emiyor, kapıda minicik bir tıkırtı duysun anında doğruluyor ve kapıya bakıyor veya kendini yere indirtiyor ki görebilsin. Herşey kontrol altında olmalı, dokunulmalı, öğrenilmeli, keşfedilmeli. Sevdiği birisini/birşeyi veya yeni bir şey gördüğünde "aaaaaaaa" diye harika sesler çıkarıyor ki, bu "aaaaa"ların güzelliğini burada yazarak anlatmak mümkün değil. Kızım sayesinde ailecek "aaaaaaa" diye dolaşmaya başladık.

Bana ait olan ve İpek'e daha önce göstermediğim tüylü oyuncak hayvanları keşfetti ve çıldırıyor onları görünce, ben de saklayamıyorum artık. Haftasonu İzmir'de babaannesinin evinde ve çiftlikte gerçekleri ile yakinen karşılaştı ve onlara da çıldırdı. İzmir maceralarımızı ayrıca yazıcam. Şu an için gerçek bir hayvan sever ileride ne olur bilemem.

Yedinci ayına girdiği günden itibaren hece repertuarını iyice genişletti. Bababa, dedede, mamama, hadiiiii, abi,   bugiiii (ananesinin evindeki coca cola ayısının ismi), yappi yappi.... veee evet anne diyor. Kendi kendime gelin güvey olmuyorum herkes şahit, beni aradığında anne diyor. Şimdilerde konuşmaları uzamaya başladı yani hecelerden daha uzun sesler çıkarıyor, kendi çapında kelimeler küçük cümlelerle konuşuyor. Çok ama çok tatlı. Bir de çoğunlukla babasının öğrettiği çok komik sesler çıkartıyor. Parmaklarını dudaklarına sürterek veya ağzına vurarak ses oyunları oynuyor. Çıkardığı sesleri, heceleri taklit edip karşılık vermemden çok mutlu oluyor. Mesela emerken derin nefes alıyor veya sesler çıkarıyor, ben de taklit ediyorum çok hoşuna gidiyor, gülüyor. Gülerek uykuya dalıyor.

Halen kendi başına yemeği seviyor. Hiçbir zaman itiraz etmediği, her koşulda yediği yiyecek "zeytin". Sabahları az bir tereyağda yumurta kırıyorum ve ben daha pişirirken mam-mam-mam demeye başlıyor ve çoğunlukla bir yumurta sarısı kadar yiyor. Evde pişen her yemekten veriyorum. Bazen yiyor bazen yemiyor. Bu aralar yeşillikler favorisi. Roka, tere, marul, kıvırcık salata çok seviyor, dereotu yedi bugün. Acı olması nedeniyle bizim bile zor yediğimiz tereyi hapır hupur yiyince ablam "hımmm sen gerçekten garip bir çocuksun" dedi. Benim tembelliğim ve vakitsizliğim nedeniyle yiyecek yelpazesini pek genişletemiyoruz diye suçluluk duyuyorum bazen. Ama neyseki ananeyle aynı apartmanda olduğumuz için orada da pişen herşeyin tadına bakıyoruz. 

Sofrada keyfi yerindeyse veya sevdiği birşeyi yiyorsa etrafındakilere öpücük göndermeye başlıyor ve karşılık bekliyor. Karşıdan da öpücük gelirse pek mutlu oluyor.

Haftasonu İzmir'e giderken ilk defa araba koltuğunda seyahat etti. Önceleri pek hoşuna gitti, çünkü ana kucağı arabanın arkasına doğru baktığı için öne bakıcam diye boynu ağrıyordu herhalde. Giderken geceydi ve daha rahattı ancak dönüşte biraz sıkıldı ve kucakta daha çok zaman geçirdi.

İpek 10.ayına ilk dişini çıkararak girdi. Umarım diş çıkarma süreçlerini rahat ve huzurlu bir şekilde atlatabiliriz. Diş buğdayı yapacağıım ama ne zaman olur şimdilik bilemiyorum.

Gündüzleri kucağımda emerek uyuyor, geceleri sık sık uyanmaya devam ediyor. Uyku konusunda birşey yapmalı mıyım yapmamalı mıyım bilemiyorum. Uyku eğitiminden söz etmiyorum ama çoğunlukla herşeyi oluruna bırakmalıyım diyorum bazen de kafama takılıyor ve ne yapabilirim diye düşünüyorum. Gerçi yaz geliyor, biraz daha büyüyecek ve çok daha fazla dışarıda olacak bence bir şekilde kızım kendisi kendi düzenini sağlamaya devam edecek.

3 Mart 2012 Cumartesi

Melek mi? Şeytan mı?

İpek'in dokuzuncu ay kontrolü için doğumdan itibaren gittiğimiz doktoruna gitmeye üşendim. Haftaiçi öğlen saatinde bile Anadolu yakasından Nişantaşına gitmek zulüm olabiliyor gerçekten. Bize yakın olan Medamerikan polikliniğinde bir doktora götüriyim dedim, neticede boyunu kilosunu ölçecek, dinleyecek filan. Önce beslenmeden, genel davranışlarından konuştuk, muayene etti sonra konu uykuya geldi. Ben İpek'in gece sık sık uyandığını, emzirip tekrar uyuttuğumu söylediğimde, bu aylardaki bebeklerin kesintisiz 5-6 saat uyumaları gerektiğini, beni emzik olarak kullandığını, beni sömürdüğünü, bebeğin oyuncağı olmamam gerektiğini, uykuya alıştırmak için gerekirse bir miktar ağlamasına göz yummam gerektiğini söylemez mi??? Üstelik beslenme konuşurken sabahları yumurta, peynir vs. yiyor dediğim çocuğum için bana 10 dakika boyunca milupa'nın tahıllı mamasını ve mama teknolojisini övüp sabahları çekinmeden bu mamayı da verebileceğimi söyledikten ve beni sinir ettikten sonra söyledi bu sözleri. Anlamıycak bir insanla tartışmaya girmek istemediğim ve bir an önce muayeneyi bitirmek istediğim için bu sözlere karşılık birşey demedim ama sonra pişman oldum. Aslında İpek'in yanında kimsenin böyle konuşmasına izin vermemeye çalışıyorum. Bazen lafı değiştirerek bazen şaka veya espri ile karşılık vererek yakın çevremin veya karşılaştığım diğer insanların bebekler ile ilgili bu hiç anlayamadığım düşüncelerini geri püskürtmeye çalışıyorum. Ama bir doktorun bu tarzda konuşmasına karşın tavrımı belli etseydim keşke. Belki benden sonra başka annelerle konuşurken daha dikkatli olmaya çalışırdı.

Hamileliğim sürecinden itibaren hem kendi çevremde hem de bir şekilde iletişime geçtiğim insanlarda hep dikkatimi çeken bir konu oldu bu durum. Bebekleri anlatırken, bebeklerle konuşurken, bebek davranışlarını anlamlandırırken insanların kullandığı kelimeler ve tavırları. O kadar çok negatif kelime ile dolu ki; huysuz, yaramaz, inatçı, karıştırıcı vs. vs. Evet ama hani bebekler melekti, masum ve saflardı? Lafa gelince evimizin neşesi, hayatımızın anlamı olan bebeklerle ilgili bu durumun, toplumda bir çeşit iki yüzlülük olduğunu düşünüyorum.

Bir aile büyüğümüz 40 yıl önce, maaile birararada yaşadıkları zamanlardaki bir olayı şöyle anlatıyor: "Ayşe o kadar yaramaz bir bebekti ki, 2-3 aylıkken durmadan ağlar biz her yöntemi deneyip susturamazdık." 2-3 aylık bir bebek ve yaramazlık!!??!! yanyana bile gelemiyorlar. yaramazlık nedir? çocuk ne yapınca yaramaz olur? diye tartışmayacağım bile. Bence bu olay şöyle anlatılmalıydı "Ayşe'nin gaz sancıları vardı, ağlayarak bize derdini anlatmaya çalışıyordu ancak biz, tepesindeki 10 tane "yetişkin", bebeği anlamaya çalışmayıp, bir de susturmaya çalışıyorduk."

Bebek daha doğar doğmaz başlayan ve gelişen muhabbetler:

"Huysuz bir bebek mi?"
"Seni uyutmuyor mu yoksa?"
"aaaa bak bak nasıl da inat ediyor!" (bebek daha iki aylık)
"seni kullanmasına izin verme"
"kucağa alıştırma"
"ağlayınca hemen kucağa alma"
"ağlayarak her istediğini yaptırır"
"bırak koltuğuna otursun, niye kucağına alıyorsun ki"
"seni yaramaz seni"  (sevgi belirtisi)
"bak şu şımarıklıklara"
"çocuk dediğin ağlar"
"ağlasın ki ciğerleri açılsın"
"bak yaa annesine hiç nefes aldırmıyor"
"çirkin" (nazar değmesin diye çirkin denirmiş, acayip sinir oluyordum, birilerinin kalbini kırmamak için zor tuttum kendimi, nasıl bir mantık bir bebeğe çirkin der!!!!)
"sen yandın karıştırıcı olacak bu"
"kızım bu çocuk seni sömürüyor"

Bunlar hatırlayabildiklerim, yakıştırmalar çok daha zengin. Benim içimden hep farklı şeyler geldi. "Seni şirine seni" diyorum kızıma.  "Haklısın" diyorum hep, "canın sıkıldı, kucak istiyorsun, karnın acıktı, uykun geldi, burayı sevmedin gitmek istiyorsun, masanın üzerindekileri istiyorsun..." Haklısın, sorun sende değil, zaten bunlar sorun değil, senin ihtiyaçların, isteklerin. Sorun, senin iletişim kurmaya çalışan bir birey olduğunu anlamaya çalışmayıp kendi kendine yorum yapan biz yetişkinlerde. "Sömürüyor" diyen bir insan sömürmeyi veya sömürülmeyi aklından geçiriyor demektir. Mevlana der ki: "Testi içindekini sızdırır."



25 Şubat 2012 Cumartesi

Masallar

Birkaç gündür klasik masallar ile ilgili bazı yazılar gönderdi arkadaşlarım. Önce ntvmsnbc.com'da, bir İngiliz TV kanalının yaptığı araştırmada modern annelerin korku öğeleri içerdiği için, klasik masalları çocuklarına okumaya çekindikleri ile ilgili haberi ve aynı araştırmanın daha detaylı sonuçlarını telegraph.co.uk'deki bir diğer haberde okudum. Bu araştırmanın sonuçlarına karşılık klasik masalların çocuklar için faydalarını anlatan ve listeleyen bir blog yazısı da peşinden geldi.

İpek doğmadan çok önce ben de klasik masallar ile ilgili aynı olumsuz düşünceleri besliyordum halen de farklı düşünmüyorum. Masalların çocuklar üzerinde olumlu etkisi olduğuna katılıyorum ama klasik masalların bazıları korku filmi gibi. Mesela "Kırmızı Başlıklı Kız", İpek neden kurtların kötü hayvanlar olduğunu düşünsün ki? "Hansel ve Gretel"e ne demeli? Üvey anne dediğin kötü birşeydir, babam veya annem benden vazgeçebilir ve sevimli yaşlı teyzeler her an bir cadıya dönüşebilir. Bu masalların savunması da çocukların hayatta zorluklar ve kötü insanlar olduğunu da öğrenmelerini sağlamalarıymış, bence hayatla ilgili gerçekler çocuklara daha farklı ve daha yaratıcı hikayelerle anlatılabilir. Bu tarzda klasik masalların çocuklara problem çözme yeteneği kazandırdığı, ders verdiği, kritik düşünme yeteneği kazandırdığı veya çocukların hayal gücünü geliştirdiğini düşünmüyorum. Aksine geçmiş yüzyıllardan beri süregelmiş bazı standart düşünce kalıplarını çocuklara dikte ettiğini düşünüyorum. Kötü üvey anne, cadılar, zayıf karakterli kadınlar gibi. Kültürler arası ortak bir dil yarattığı ve her kültürde bilinen anlatımlar olduğu konusu ise yegane olumlu tarafları. Hepsi için söylemiyorum elbette aralarında şu anda hatırlayamadığım zevkle dinlenenler de vardır. 

Şu anda İpek'e düzenli masal anlatmıyorum ama zaman zaman masal olarak kendi yaşadığım seyahat hikayelerini, gün içerisinde yaşadığımız bazı olayları masal gibi anlatmayı seviyorum. Bazen sadece kafamdan karakterler uyduruyorum, bazen de gerçek kişileri kullanıyorum. Ama an çok seyahatleri anlatmak hoşuma gidiyor. Ben seyahat etmeyi seviyorum ya, kızıma da anlatmayı seviyorum. Bunları bir varmış bir yokmuş diye başlayarak klasik masal unsurlarını ekleyerek ve araya kızıma söylemek istediğim güzel sözleri de ekleyerek yapmak hoşuma gidiyor. Bazen bildiğimiz hikayelerin kahramanlarını kullanıyorum. Örneğin İpek üç-dört aylıkken benim sürekli onunla konuşmam çok hoşuna gidiyordu, bir keresinde anlattığım hikayenin özeti şöyle; İpek kız ve Heidi, Facebook'da tanışırlar ve arkadaş olurlar, Heidi İpek kız'a dağları, inekleri, çatı katındaki yuvarlak camlı odasını anlatır, İpek kız da kendi hayatını. Bir gün Heidi İpek kız'ı Alpler' davet eder, bizimki sırt çantasını kaptığı gibi uçağa atlar az gider uz gider Almanya'ya varır sonra ver elini Alpler ve Heidi'nin evi. Peter ve büyükbaba ile tanışır. Heidi'nin odasından dağların görünüşünün aynı hayalindeki gibi olduğunu anlar vs. vs. vs. Bu özet elbette aralara bir sürü şey ekliyorum, sonraki günlerde beraber dağlarda dolaşıyorlar, şehre gidip Clara ile tanışıyorlar.

Bunlar İpek'in hayal gücünün gelişmesini mi yoksa kafasının karışmasını mı sağlar bilemiyorum ama ben klasik masallardansa hikayeler anlatıp kızımla hayallerin içinde seyahat etmeyi seviyorum.

17 Şubat 2012 Cuma

Kızımla ilk doğumgünüm

Dün doğumgünümdü. Farklı birşey tasarlamadım, normal bir günümüzdü hatta evde temizlik vardı. Ben İpek'le birlikte olduğum için aktif olarak temizliğe katılamasam da, biraz koşturdum ve ayakta kaldım, farkında olmadan bayağı yorulmuşum. Öğleden sonra neyseki yeğenim geldi. İpek 14 yaşındaki kuzeni Meleknur'u çok seviyor. O geldiğinde hani neredeyse "çekilebilirsin anne" filan diycek. Birlikte baya oynadılar. Ben de başka işlere bakabildim. İpek'in teyzesi geldi bir ara sonrasında akşam babası ve abisi de gelince en çok tezahürat yaptığı kişilerin hepsi aynı anda eve gelmiş oldu. Sanki İpek'in doğumgünü. Bizimki bir neşeli bir neşeli.

Beraber yemek yedik, İpek kıymalı böreğinden yedi biraz. Yemek sırasında benim yorgunluğum iyice artmıştı hatta vücudumun çeşitli yerleri sızlıyordu. İpek'in de uykusu bastırdı. Eşim pasta almış ama benim neredeyse pasta filan görecek halim yok. Aslında bir süredir İpek'le geçireceğim ilk doğumgünüm diye heyecanlanıyordum ve gün içinde de zaman zaman aklıma geldi ancak akşam olduğunda tek istediğim uyumak oldu.

Eşim pastaya mumları koyup getirince, İpek kucağımda mumlara bakarken birden kendime geldim. 

Doğumgünlerini illa tantanalı kutlamaya gerek yok ama severim her doğumgünümde pasta mumlarını üflemeyi.  Bazen kalabalık arkadaşlarla, bazen aile ve arkadaşlar birarada, bazen bir-iki arkadaş veya sadece eşimle birlikte sanırım kendimi bildim bileli hep doğumgünlerimde pasta mumlarını püfledim. Bugüne kadar en özellerini ve güzellerini eşimle kutladık.

Ama bu sefer İpek'le... eşim yanımda, kızım kucağımda mumları seyrederken çok farklı hissettim. Canlandım birden, heyecanlandım. Hissettiklerimi anlatmak için doğru kelimeleri bulucam diye uzatmıyım ama kısaca o anda çok mutlu olduğumu hissettim.

Öptüm, öptüm kızımı, dilek diledim, doğumgünü pastamın mumlarını üfledim.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Biz çocuktuk şimdi çocuklarımızı seyrediyoruz

Geçtiğimiz Pazar günü canım Selis'im, eşi ve dünyalar tatlısı kızları İpek (kızımın adaşı) ve Çiçek bize geldiler. İpek altı buçuk, Çiçek dört yaşında. Eve girer girmez bizim İpek'in oyuncaklarına balıklama daldılar ve hakkını vererek oynamaya başladılar zira bizimki henüz oyuncaklarını diş kaşımak, yere atmak, ses çıkarmak gibi amaçlar için kullanıyor. İpek (bizim İpek) kızları görünce önce afalladı, şaşkın şaşkın bakmaya başladı, sonrasında ise pek hoşuna gitti ve çok eğlendi. Güzel güzel oyuncaklarıyla oynayan, hareketli, bıcır bıcır üstelik kendi boyuna ve yaşına yakın hem de iki ablayı yanında görmek bizimkini pek eğlendirdi. Biz kızların bu hallerini seyrederken Selis "Şebnem çocuklarımızın oyun oynamasını seyrediyoruz" dedi. Evet, çok özel bir andı, arkadaşım fark etmemizi sağladı.

Biz Meltem ve Selis üniversiteden arkadaşız, demek oluyor ki yaklaşık 15 senelik bir dostluğumuz var. Okuldan sonra farklı şehirlerde yaşamamıza rağmen hiç uzaklaşmadık. Sık sık görüşüp birlikte uzun uzun zamanlar geçiremesek de bir şekilde dostluğumuz her geçen gün daha özel ve güzel oldu. Mutluluk, sıkıntı, üzüntü, heyecan bir şekilde yaşadıklarımızı paylaşmayı, birlikteyken keyifli olmayı başardık. Beraber büyümeye çalıştık. Hani can ciğer denir ya, işte öyle. 

Benim yakın arkadaşlarım arasında ilk bebeği olan Selis'di. İpek'in doğumundan sonra Ankara'ya onları ziyarete gittiğimde, Selis "İpek bak Şebnem teyze geldi" dedi. Teyze mi!!??!! Evet, doğru, biz küçükken arkadaşlarımızın annelerine "teyze" derdik, Ayşe teyze, Candan teyze... gibi. Evet, ben de 30'uma gelmiştim ama "Şebnem teyze"?? çok tuhaf geldi, büyüdüğümüzü idrak etmenin vakti gelmişti galiba. Ben de alıştım hemen, hatta İpek'e "şebnem teyze, şebnem teyzeeee" diye bir şarkı uydurup baya oyalamıştık.

Peki ya Selcen? çok yakında arkadaşlığımızda çeyrek asırı devireceğimiz Selcen'le biz gerçekten beraber büyüdük. Artık bu süreçte biz arkadaşlık, dostluk, kardeşlik veya başka birşey ama farklı boyutlara geçtik. Bu kadar zamandan sonra, iki sene önce kızı Ayşe'yi doğduğu gün kucağıma aldığım anlar çok çok özeldi.
Şimdi ikimiz de ümit ediyoruz Ayşe ve İpek biraz daha büyüsünler de onlar da el ele dost olsunlar. Yan yana gelmelerini seyretmek çok hoşumuza gidiyor. Ayşe'nin bana tatlı diliyle "Şebnemcim" demesine bayılıyorum. Üstelik Ayşe İpek'in bir numaralı sponsoru, onun küçülen kıyafetlerini giyiyor, oyuncakları ile oynuyor ve mama sandalyesinde yemek yiyor. Dilerim onlar da hayatta daha güzel şeyleri paylaşırlar.

Dostuklarımdan pek çok ilham aldım ama en özelleri annelik konusunda oldu sanırım. Hiçbir şey tesadüf değildir. Onca yıl sonra Barış'la bir şekilde bir araya gelmemiz, aynı zamanda hamile olmamız, Yaban'ın İpek'den 10 gün önce dünyaya gelmesi ve tam da ne yapacağım ben şimdi derken Barış'ın bana birçok konuda ilham vermesi de tesadüf değil kesinlikle. Tıpkı Serda ve Meltem'le aynı yıl içerisinde bebeklerimizi dünyaya getirmemizin, birlikte büyütüyor olmamızın, biribirimize telefonla veya yanyana destek ve güç veriyor olmamızın da tesadüf olmaması gibi.

Değişik dönemlerde hayatıma giren ve bana birçok kardeşim olduğunu hissettiren kız arkadaşlarımla anneliği paylaşmak çok güzel gerçekten. Hayatta en önemli şey değil tabii ki ve herkesin öncelikleri de farklı olabilir ancak henüz anne olmamış arkadaşlarımla da benzer şeyleri paylaşmayı çok isterim. Umarım ben de diğer arkadaşlarıma ilham verebilirim.



14 Şubat Dünya Kitap Değiş Tokuş Günü

14 Şubat'ı Kitap Değiş Tokuş Günü olarak kutlamak harika bir fikir. Yaratıcılarına ve bu günü blogunda duyuran Selcen'e çok teşekkürler.

9 Şubat 2012 Perşembe

Kütüphane projesi ve Bir Dolap Kitap

Bu yazı için biraz geç kaldım biliyorum ama birşeyler gelişsin umutla ve sevinçle yazıyım istedim. Ben GEA Arama-Kurtarma ekibine destek veriyorum (orada çalışan herkes gibi gönüllü olarak). Ekibimiz Van'daki çok üzücü deprem sonrasında hızlıca bölgeye giderek arama-kurtarma çalışmalarında yer aldı. Zorlu süreçte birçok vatandaşımızın hayata dönmesinde yardımcı oldular. Sadece GEA değil, birçok arama-kurtarma ekibi zor şartlarda gece-gündüz demeden insan üstü bir çaba ile birlik ve beraberlik içerisinde kurtarma çalışmalarını gerçekleştirdiler. Sadece kurtarma çalışmaları değil ekibimiz çadır kurulması-ilaç-sağlık gibi öncelikli ihtiyaçların karşılanmasında da desteğini sürdürdü.
Halen bölgeye olan destek, çeşitli projelerle sürüyor. Bunlardan bir tanesi "kütüphane ve okuma odası" projesi. İlköğretim çağındaki çocuklarımız için kalıcı bir destek olsun istedik. Kütüphane bir konteynır içerisinde olacak.
Raf sistemi, masa ve sandalyeler yerleştirilecek. Bu sene IBM'in 100.yılı nedeniyle seçilen gönüllü projelere bir fon desteği veriyor. Ben de şirket içinde bu projemizi aday gösterdim ve seçildik. Sevgili Burçak'ın desteği çok önemliydi. Bu fon ile konteynır satın alındı ve içerisi yapılıyor ama bütçe kısıtlı tabii ki. Herşeyi karşılayamıyor ama tabii ki pes etmiyoruz. Dostlarımızın desteğiyle kütüphaneyi tamamlamaya çalışıyoruz. 

Kütüphane deyince elbette projenin ana gereksinimi kitap. Birçok yayınevi ile iletişime geçmeye çalıştım. İtiraf etmem gerekirse pek yanıt alamadım. Bir anlamda belki haklı olabilirler, birçok talep oluyormuş kitap yardımı ile ilgili, hangi birisine yetişecekler. İlk başta biraz ümitsizliğe kapıldım açıkcası. Ben daha hızlı ve olumlu geri dönüşler alacağımı düşünüyordum. Neticede bu kütüphanenin nerede olduğu herzaman takip edilebilecek ve en önemlisi tek bir bölgedeki çocuklarımıza değil, ihtiyaç olan her bölgedeki çocuklarımıza ulaşabilecek. Yani bağışlanan kitapların nerede kimlere yeni ufuklar açtığı, kimleri bilgilendirdiği, hayallarini zenginleştirdiğini, bir nebze olsa yaralarını sardığını biliyor olacağız. Van depremi gibi afetleri yaşamamayı diliyorum ancak herhangi
bir afet durumunda veya farklı bir ihtiyaç oluşması durumunda bu kütüphane söz konusu bölgeye ulaşarak afetlerden en çok etkilenen çocukların rehabilitasyonuna kitap gibi çok önemli bir destekle yardımcı olacak.

Ancak elbette umutsuzluk yok! Bir Dolap Kitap sitesinin sahipleri hemen yanıt verdiler. Yıldıray Bey hem projeye hem de nasıl yardımcı olabileceklerine dair önerilerini iletti. Çok sevindirici oldu gerçekten. Bir Dolap Kitap'a çok çok teşekkür ediyorum.

Derken bazı dostlarımdan kitap satın alıp göndermek istediklerini söyleyenler oldu. 

Ve dün akşam Nesin Yayınevi'nden kütüphanemize kitap göndermek istediklerine dair bir e-mail aldım. 

Sanırım kütüphanemizin rafları dolmaya başlıyor.

Gelişmeleri yazmaya devam edeceğim.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Gülme krizleri

Geçen akşam babasıyla İpek'i banyo yaptırdıktan sonra, yatağın üzerinde giydirmeye çalışırken, artık uykusu iyice başına vurmuş olan kızımı oyalamak için bir oyuncağını alıp konuşturmaya başladım. "İyi saatler olsun İpek, iyi saatler olsun İpek". Eşim "ona iyi saatler olsun denmez sadece saatler olsun denir, hafif sıyırma aşamasında iyi saatler olsun deniyor" dedi. Ben uçmuşum, iyi geceler ve saatler olsun'u birleştirmişim. Eşim öyle söyleyince tuttu mu beni bir gülme krizi. İpek babasının kucağında bana bakıp hem gülüyor hem de şaşkın. Anne gülüyor ama ortada da bir tuhaflık var. Fazla uzatmadan kendime geldim. Bu gülme krizleri bana hamileliğimden miras kalmıştır.

Hamileliğim oldukça rahat geçmişti. Başlarda biraz sarsıldım ve yorgunluk yaptı o kadar. Ne miğde bulantısı, ne şişkinlik, aş erme filan yaşamadım. Yanlız hamileliğin bana yaşattığı en enteresan durum gülme krizleriydi.

Bunu nasıl ifade edebilirim bilemedim ama ben öyle habire kahkahalar atan birisi değilimdir. Somurtkan filan da değilim elbette ama normal hayatımda en ufacık birşeyden kahkahalar çıkaran birisi de pek olmadım. Sevdiğim ve birlikte çok güldüğümüz arkadaşlarım vardır ve onlarla birlikteyken veya eşimle birlikteyken gülmekten yüzümün ağrıdığı olur ama burada gülme krizi derken anlatmak istediğim dakikalarca süren, gözlerimden ağlıyormuş gibi yaşlar gelen, karnımın ağrısına dayanamayıp durdurmak istediğim ama istemsizce tekrar başlayan bildiğiniz kriz durumu.

Hamileliğimin ilk aylarıydı, bir gece yarısı uykumdan uyandığımda eşimin bir başkasına hiç de komik gelmeyecek tek bir kelime etmesiyle ben dakikalarca güldüm. Eşim hayretle bana bakıyor, ertesi gün işe gidicez, uykumuz var ama ben kendimi tutamıyorum. Doğum yapıncaya kadar ara ara tekrar etti bu durum. İpek karnımda büyüdükçe, dolayısıyla karnım büyüdükçe daha zor olmaya başladı. Zira güldükçe karnıma acayip sancılar giriyordu, bir yandan derin nefes almaya çalışıp bir yandan gülüp karnımı tutuyordum. Acaba İpek içerde nasıl etkileniyor diye düşünüyordum. Çoğunlukla sebep eşimin söylediği basit bir söz oluyordu. Kendisi zamanla alıştı benim bu halime ama yanımızda akraba, tanıdık veya herhangi bir kişi varsa biraz tuhaf oluyordu. Diyelim ki yanınızdaki kişi bir şey söylüyor veya yapıyor hepimiz gülüyoruz, onlar duruyor ama ben gülmeye devam ediyorum. Hem de karnımı tutarak, gözümden yaşlar atarak "kah kah kah, kih kih kih". Eşim yanımızdaki kişiye açıklama yapmak durumunda kalıyordu, "bu gülmenin ilk üç dakikası seninle alakalıydı, gerisi tamamen hormonal"

Benim için sıradışı olan bu duruma anlam yüklemek istediğimde klasik bir anne tavrıyla "İpek herhalde güleryüzlü bir çocuk olucak" dedim. Elbette bu durumla ilgisi yoktur ama kızım güleryüzlü ve komik bir tip oldu, etrafıyla iletişim kurmaya başladığından beri sokakta kendisine laf atan insanlara sanki daha önce kimse onunla ilgilenmemiş gibi, "yaşasın, teşekkür ederim benimle ilgilendiğiniz için" dermiş gibi hayranlıkla gülmüyor mu!! beni de güldürüyor.


5 Şubat 2012 Pazar

Evlilik futbol aşkını öldürür mü?

Evlilik aşkı değil ama futbol aşkını öldürebiliyormuş meğer, veya en azından söndürebiliyormuş diyelim.

Ben Fenerbahçeliyim. Kendimi bildim bileli Fenerbahçeliydim. Ailem Fenerbahçeli. Bende iki abi, bir abla var. Ablamın ve annemin futbolla pek ilgisi yoktur. Ancak babamla birlikte evdeki üç erkek futbol seyrederlerdi ve babam değil ama abimler maçlara giderlerdi. Bir abim kızıyla halen maçlara gidiyor. Eskiden kızların futbola ilgisi yadırganırdı. Ben de küçük yaşlarımdan itibaren abimlerle maçları izlemeye başladığımda bizimkiler de şaşırıyorlardı. Üstelik sadece Türkiye ligi değil, yabancı maçları da izlemeye bayılırdım. Sadece futbol değil gerçi, basketbol, voleybol, yüzme, tenis, buz pateni, kayak gibi spor müsabakaları seyredilir, sporcuları bilinir ve takip edilirdi evde, ben de halen birçok spor müsabakasını severek seyrederim.

İlkokul yıllarıydı sanırım birgün yine bir yabancı maçı abimlerle seyrederken, büyük abim o muhteşem kehanetini  sözcüklere döküverdi: "Sen kesin ilerde futbolla alakası olmayan bir adamla evleneceksin". Artık kehanet mi, şom ağızlılık mı, yoksa benim bilinçaltıma yerleşmiş bir cümleyi hayata geçirmem mi bilemeyeceğim ama eşimin futbolla alakası olmadığı gibi futbolu sevmiyor.

Eşimle tanışmamızdan bir süre önce ben kombinesi olan ve yağmur, çamur demeden Fenerbahçenin Kadıköy'deki tüm maçlarına giden cefakar ve vefakar taraftarlardan bir tanesiydim. Futbolu sevmeme rağmen uzun yıllar sadece iki maça gidebilmiştim, onlar da önemsiz lig maçlarıydı. Master sırasında tanıştığım iki arkadaşımla kombine almaya karar verince bize stad yolları gözüktü. Üç sezon üst üste neredeyse Kadıköy'deki hiçbir maçı kaçırmadım. Şükrü Saraçoğlu'nun büyülü bir atmosferi vardır gerçekten. Tezahüratlar, gol sevinci, coşku, heyecan. Her maça heyecanla, severek ve isteyerek gittim.

Eşimle tanıştığımız ilk zamanlarda kendisi futbolla pek ilgili değildi ama Fenerbahçe'yi desteklediğini söylüyordu. Hatta benim heyecanımı paylaşmak için Fenerbahçe'yi takip etmeye başlamıştı. Bana maç tarihlerini filan haber veriyordu. Yanlız bir gün bana uzun bir yazı yazdı; bir maç günü, yolda bir taraftar grubu ile karşılaşmış, hepsi sarhoşmuş, küfür ederek tezahürat yapıyorlarmış. "Senin stadda bu insanların arasında olmanı aklım almıyor, sana yakıştıramıyorum." diyerek duygularını ve düşüncelerini anlatmıştı. Eşimin futbolu sevmeme nedenlerinden bir tanesi insanların bu kötü halleriydi aslında.

İşin tuhafı bu yazıyı okuyana kadar ben stad ortamının bu boyutuna o kadar takılmıyordum, belki de takılmak istemiyordum. Kendimi de bu tarz bir taraftar grubuyla hiçbir zaman özdeşleştirmemiştim zaten. Benim gördüğüm; kız-erkek eğlenen, tezahürat yapan, küçük kızların bile babalarıyla geldikleri coşkulu bir ortamdı. Elbette sarhoş olan ve küfür edenler çok fazlaydı stadda. Dediğim gibi belki görmek istemediğim için veya göz ardı ettiğim için, farklı şeylere odaklandığım için beni stada gitmekten alıkoymamıştı. Ben küfür eden veya küfürlü konuşan birisi değilimdir böyle bir alışkanlığım olmadığı için stadda da küfür etmek aklıma gelmezdi. Maçtan önce içmek filan gibi huylarımız da yoktu, biz normal maçını seyreden, gol olunca sevinen, kaçınca bazen kızan bazen üzülen taraftar tiplerindendik. Maçtan sonra da içtiğimiz tek şey çaydı. Küfür ve olumsuz davranışlar rahatsız ederdi elbette ama coşku ağır basıyordu herhalde. Düşünsenize bir Avrupa kupası veya GS maçında bir gol oluyor ve 50 bin kişi mutlu oluyor, yanındakine sarılıyorsun, sevinçten bağırıyorsun. Başka nerede yaşanabilir ki böyle bir tecrübe. Abartmazdık ayrıca, yani benim için futbol staddan çıkınca veya maçı seyrettikten sonra biterdi. En fazla bir süre sohbet ederdik maç ile ilgili ama kendimizi kaybetmezdik. Fenerbahçe'yi de severim ama hayatım bunun üzerine kurulu değildi. Neticede spor bu yahu, seyredersin keyif alırsın biter.

Hem eşimin telkinleri hem de benim hayatta yürümeye çalıştığım yolda baktığım/bakmak istediğim yön ile stadların bu tarafı bağdaşmıyordu tabii ki. Yani eninde sonunda ben zaten coşkuyu görmeyi bırakıp bu ortamdan daha fazla rahatsız olacaktım. Beni yükseltmeyen, aksine aşağı çeken şeylerden uzak durmaya çalıştığım gibi futboldan da uzaklaşmaya başladım. Aslında futbolun masum olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki bir kitle sporu, büyük paralar dönüyor, olaylar ve insanlar sporla alakası olmayan durumlara geliyor. Biz stadın yakınında oturuyoruz, maçtan önce deli gibi sarhoş olup mahalle aralarında bir sürü rezillikler yapan insanları maçlara giderken de anlayamazdım şimdi de anlayamıyorum. Dolayısıyla böyle kitlelerin takip ettiği bir spor, spor olmaktan çıkıp başka bir şeye dönüşüyor ve bizim gibi izlemek ve keyif almak isteyenler de arada kaynıyor. Kısacası ben uzun bir süredir futboldan uzağım. Zaman zaman "ne kadar keyifliydi stadda olmak" diyorum ama bakıyorum ki ben görmek istediğim ortamı hatırlıyorum aslında. Yazının başlığını evlilik futbol aşkını öldürür mü diye koymamın sebebi, ailemin benim futbola olan ilgimin gün geçtikçe azalmasını eşimin hayatıma girmesi ile bağdaştırmaları. Bir anlamda doğru aslında. Bizimkiler "Seni yeşil sahalarda göremiyoruz artık" diye takılıyorlar.

Fenerbahçe sevgisi mi? o başka. Ben Kızıltoprak'da doğdum büyüdüm. İlkokulu Fenerbahçe'de, orta-okul liseyi Kadıköy'de okudum. Üniversiteye kadar bütün hayatım Kızıltoprak-Kalamış-Fenerbahçe-Bağdat Caddesi-Kadıköy çemberinde geçti. Halen Kalamış'da Fenerbahçe muhtarlığına bağlı oturuyorum. Buraları çok seviyorum. Fenerbahçe parkına bayılıyorum. Kızımla gidiyorum şimdi. İpek'i 20 günlükken ilk götürdüğüm yer Fenerbahçe parkıydı. Ağaçlarını, kedilerini, adalar manzarasını, denizini herşeyini çok seviyorum. Bana göre İstanbul'un en güzel yeri bizim buralar. Dolayısıyla ben doğup büyüdüğüm, yaşadığım ve çok sevdiğim semtin takımını tutuyorum. Fenerbahçe sevgisi başka birşey, buna katılıyorum. Bugün Beşiktaş'ı yenmişiz mesela, sevindim ama o kadar. Maçı izlemedim, televizyon pek seyretmiyorum artık zaten, öncesini ve sonrasını bilmiyorum ama internetten sonucuna bakmadan duramadım. Camdan bakıp maç sonrası trafikteki kalabalığı görünce bir zamanlar ben de şimdi maçtan çıkmış oluyordum dedim ve o günler bayağı uzak geldi. Belki yıllar sonra stadlar daha farklı olur, isterim İpek'i maça götüriyim. Ama şimdiki gibi bir ortama götürmek ister miyim? kesinlikle istemem.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Yürüteç almak istemiyorum

İpek artık hep ayakta olmak istiyor, destekle ayakta duruyor ve hep yürüsün istiyor. Henüz kendi başına ayakta duramadığı ve yürüyemediği için destek olmamız gerekiyor. Kızımın küçük haliyle ayakta durma, yürüme çabalarına ortak olmak, etrafı keşfetmesine destek olmak çok keyifli. Ancak annem yürüteç alma zamanının gelip de geçtiğini düşünüyor. "Sen bunu bu şekilde zaptedemezsin yürüteç al rahat edersin" diyor. Annemin ve ailenin birçok ferdinin görüşleri bu şekilde. Anne ve babanın rahatlığına odaklanmış bebek endüstrisinin bu güzide ürünü ile ilgili Sabiha Paktuna Keskin'in Bebeğim kitabında çok güzel ifadeler var. Yürüteç'in tarihçesi ile ilgili bilgi verdikten sonra şöyle devam ediyor; ... çocuk için en büyük kayıp, yürümek gibi böylesine karmaşık ve endişe uyandıran bir öğrenim sırasında ona önerilerde bulunan, güven veren ve elleriyle onu tutan, destekleyen bir yetişkinin varlığından yoksun olmasıdır.


Elbette yorucu olabiliyor, örneğin gerçekten belim ağrıyabiliyor ama ev işlerini yapabiliyim, internete girebiliyim diye neden kızımı o çembere hapsediyim. Evet doğru bazı günler yemek yapamıyorum, günlerce çamaşır makinasının düğmesine basamıyorum, evi toplayamıyorum. Daha doğrusu bunları olması gerektiği gibi yapamıyorum. Kızımı kanguruya asarak yemek yapıyorum bazen, hem yemekler de çok daha lezzetli oluyor. Gerçi bizimkiler çocuğu sıkıştırmışsın yine o şeyin içine diyor. Ama İpek'i evin içinde bebek arabasına bağlayıp veya yürütece hapsedip uzaktan seyretmek istemiyorum. Aynı kitapta konuyu şu şekilde sonlandırıyor;
Çocuğun kromozomlarında bir hazırlık dönemi geçirmesi gerekliliği yazılıdır. Bu yazı o kadar güçlüdür ki insan kapasitesi bile bunu değişik hareket denemeleriyle bozamaz. Tabii ki bu alet, çocuğun zor olan gelişim dönemine yardım etmediği gibi, aynı zamanda onun sadece hareket gelişimini değil, ona bağlı farklı alanlardaki gelişimini de geciktiren bir ürün olarak karşımıza çıkıyor. Yürüteçsiz de biraz daha fazla çaba sarf ederek yürümeyi öğreniyorlar.


Şiddet gibi çok bariz kötü davranış modelleri haricinde aileleri ve özellikle anneleri çocuklarını yetiştirme şekilleri konusunda yargılamanın doğru olmadığını düşünüyorum. Her annenin bir kişiliği, hayat tarzı, bilgisi ve en önemlisi aile düzeni var. Neticede annenin rahat ve mutlu olması çok önemli zira çocuk annenin ruh halini hissediyor ve etkileniyor. 50 yaş civarında olan ablamın arkadaşları benim İpek'i kucağımdan indirmediğimi görünce "sen çocuğunun keyfini çıkarıyorsun, bizim ise yemek yapmak, evi ve aileyi çekip çevirmek önceliğimizdi, bir yandan da çocuk büyüyordu" dediler. Eğer evde doğrudüzgün yemek olmadığında huzursuz olan ve huzursuz eden bir baba varsa, anne evin huzurunu düşünecek ve önceliği ev işlerine verecektir. Veya huzuru sağlayacak diğer şeylere. Araba, yürüteç, emzik, bebek koltuğu gibi aletler de annenin yardımcısı olacaktır. Ben çok şanslıyım ki eşim çok anlayışlı ve yardımcı. Hem hamileliğimde hem de sonrasında inanılmaz yanımda ve destek oluyor. İpek'le de çok güzel zaman geçiriyorlar. Bazı şeyleri benim gibi yapmıyor olsa da müdahale etmemeye çalışıyorum. İpek babasıyla eğleniyor ve babası eve geldiğinde ona gösterdiği tezahürat bazen beni bile kıskandırıyor.

Sonuç olarak bence aile düzeni ve annenin mutluluğu çocuğun mutlu ve sağlıklı gelişimi için çok önemli.Bu nedenle aile düzenini veya konforunu korumaya çalışan hiçbir anneyi yargılamamaya çalışıyorum ama ben yürüteç kullanmak istemiyorum.

31 Ocak 2012 Salı

Kızımın Kızılderili ismi

Yanlış anlaşılmasın, özellikle Kızılderili ismi olsun diye bir çabam olmadı. İpek'in ilk gülümseyişini gördüğüm anda bu cümle aklıma geldi ve kaldı. Güleryüzlü kızıma böyle seslendim sonra da tıpkı Kızılderili isimleri gibi oldu dedim;

"Gülünce yüzünde güneş doğan kızım".

İpek her haliyle ışık saçıyor, her hali ayrı bir güzel ama gülümsemesi, kahkahası başka.

Güneş hayatın kaynağı, yaşamın enerjisi, ışık, renk, doğa, sevgi, aşk... Kızım gülünce aklıma güneş geliyor.

30 Ocak 2012 Pazartesi

Gecenin huzuru

İpek üçüncü ve altıncı ayları arasında geceleri bir defa veya iki defa uyanırdı. Hatta birkaç defa hiç uyanmadığı oldu. Standart bebek yetiştirme kalıplarındaki birçok kişi için bu durum bulunmaz bir niğmettir. "Aman kimseye söyleme nazar değer" derler. Herkes gece boyunca uyuyan bir bebek hayal eder.
Oysaki sadece anne sütü alan bebeklerin geceleri sık sık uyanmaları normaldir ve olması gerekendir. LLLTürkiye'nin internet sitesinde verilen bilgi aşağıdaki gibi:


"Geceleyin bebeğin emmesi çok önemlidir çünkü vücudumuz bu emme miktarına bağlı olarak gündüz üretilecek süt miktarını belirleyen hormonu üretir. Geceleri bebek az süt emerse zaman içinde gündüz üretilen süt miktarı da azalır. Bu yüzden süt miktarının belirlendiği zaman aralığı sabah 5 ile 8 arasıdır. Bu saat de bebek ne kadar çok emerse gündüz o kadar çok süt olur."


Ben İpek'i saatli emzirmedim, ne zaman isterse emzirdim aynı zamanda süt miktarımda azalma veya göğüslerimde mastitis belirtisi görmediğim için kızımı geceleri daha fazla uyandırmadım.


Altıncı ayına yaklaştığımız günlerde bir gecede durumumuz farklılaştı ve İpek iki saatte bir uyanmaya başladı. Son durumda ise artık kaç defa uyandığını veya ne kadar aralıkta uyandığını hatırlamıyorum. İlk başta biraz sersemledim hatta acaba daha sık uyanmasında fiziksel sebepler var mı diye endişelendim. Yine LLLTürkiye'nin sitesindeki ve diğer kaynaklardan okuduğum bilgiler rahatlamamı sağladı;
Gece emzirme ritmi:
Bütün bebekler hemen-hemen aynı ritimde geceleri emerler. Bizde aşağıda özetlediğimiz bu ritimde bebeğinizi emzirmenizi öneriyoruz. 
Genelde bebek saat 21.00 de yatar, yatmadan önce emer.
Sonra 40 dk-1,5 saat sonra uyanır, emer ve geri uyur.
Sonra 23.00-24.00 arasında bir daha emer.
Sonra gecenin en uzun uykusunu uyur (6-9 aya kadar) ve saat 3-4 arası uyanır, emer ve geri uyur. Hatta bebeğiniz uyusa bile onu hafifçe uyandırıp emzirirseniz süt miktarında hiç bir zaman problem yaşamazsınız
Sonra genelde saat 5 de tekrar emer ve ondan sonra sabaha kadar her saat başı emer
Genelde saat 8 de kalkar.
Aslında mama yiyen bebekler bile bu saat de genetik olarak uyanır ve emmek isterler.



Sebep belliydi İpek'in daha çok emmeye ihtiyacı vardı, normal olanı da buydu. Kızım kendi süt miktarını kendisi ayarlıyordu :) Doğanın işleyişi böyle bir şey. İyi ki, bebeğe uyku eğitimi verin yoksa altı aydan sonra çok daha fazla uyanacak diyen doktorların gazına gelmemiştik.


Artık gecelerimiz farklılaşmıştı. Bu arada ben bazı geceler uyandığımda tekrar uyuyamamaya başladım. Şunu belirtmeliyim ki ben doğum öncesi hayatımda hiç uykusuzluk çekmedim. En mutlu, en mutsuz, en üzgün zamanlarımda bile belki bir veya iki defa bir-iki saat yatakta dönmüşümdür. Her yerde, her şartta, her koşulda geceleri uyanmadan sabaha kadar uyurum. Böyle bir insanın sık uyanmalara hatta bir de uyanıp uyuyamama durumlarına zor adapte olması beklenir. Ancak annelik farklı bir durum, ne kadar sık uyanırsan uyan gündüzleri bebeğinin ihtiyacı olan enerjiye sahip oluyorsun. (Tabii akşam baba gelir gelmez evde bir kişinin daha olmasının sevinciyle bazen yorgunluğu hatırladığım oluyor) 


Ayrıca gecenin bir yarısı uyanık olma durumunu da uyuyamamak olarak değil, gecenin huzurunu yaşamak olarak algılamaya başladım ve bebeğime bu altın saatleri yaşama fırsatı verdiği için teşekkür ettim. Geceler günün hesaplaşmasını yaptığımız saatlerdir. Bütün gün uyanık olan ve herşeyi kaydeden zihnimiz uykuda tüm bu kayıtları proses eder ve rüyalarımızın çoğunluğu bu süreç ile ilişkilidir. Dolayısıyla gece uyanıksanız ve başka birşeyle ilgilenmiyorsanız zihin kendi işine devam ediyor, en azından benimki öyle. Aslında bu verimli saatlerde arzu ettiğimiz işlerimizi de tamamlayabiliriz. Ben bu dönemde İpek'in ve eşimin yanında olmak istediğim için kalkmıyorum. Olumsuz düşünceleri uzak tutmaya çalışarak dua ediyorum, düşünüyorum, zihnimi boşaltmaya çalışıyorum, planlar yapıyorum. Yanımda yatan kızımı ve eşimi seyrediyorum. Gecenin huzurunu yaşıyorum.


Sabahın erken saatleri de en sevdiklerimden, günün ilk ışıkları. Aydınlığa kavuşmak. Geçtiğimiz yaz Çeşme'de sabahın yedisinde İpek'le denizi seyretmek, kedilere bakmak, çiçekleri koklamak çok güzeldi. Bir kez daha kızıma bu güzel anları yaşamama fırsat verdiği için çok teşekkür ediyorum.

26 Ocak 2012 Perşembe

İlk yazı

İlk yazı için başka birşey düşünüyordum aslında. Kafamda yazılar dönüp duruyor ama bir türlü oturup yazamadım. Şu anda İpek kucağımda uyuyor ve ben bu yazıyı tek elle yazıyorum. Daha fazla ertelemek istemedim. Erteleme sanatına bir eser daha vermiyim.

Bugün İstanbul'da çok güzel bir hava vardı. İpek'le Caddebostan sahiline yürüyüşe gittik. Güneş, deniz, martılar çok güzeldi. İpek her zamanki gibi herşeyi dikkatle inceledi. Temiz havada uyudu.

Çocuk parkına geldiğimizde "hadi bakalım İpoşum, ilk salıncak tecrübemizi yaşayalım" dedim. Hava güzel olduğu için neredeyse mevsim baharmış gibi cıvıl cıvıl çocuklar var parkta. Salıncak İpek'e büyük geldi ama hoşuna gitti. Acemi anneyim tabii ki ben, daha önce İpek'i parka götürüyordum ama daha bir bebekti, seyrediyorduk, dokunuyorduk, aralarında dolaşıyorduk filan. İlk defa gerçek anlamda salıncağa oturtmam sekiz aylıkken yani bugün kısmet oldu. Dolayısıyla hemen fotoğraf çekmeye başladım. Acemiliğimi anlayan 1,5 yaşındaki tatlı bir kız geldi ve benim İpek'i sallamayı akıl edemeyeceğimi anlayıp sallamaya başladı :) "Haklısın" dedim içimden önce sallayıp keyfine varmasını sağlasaydım. Oysa ben her zamanki gibi fotoğraf çekip babasına gönderme telaşındayım.

Sonrasında alışveriş yapmak için markete girdik. İpek acıkmıştı, hemen emziremeyeceğim için eline kuru kayısı verdim. Ben hızlıca alışverişi tamamlamaya çalışırken İpek kayısıyı lüpletti ve susadı. Suyumuz arabada kalmıştı, ben de su reyonundan küçük bir su açtım ve etraftakilerin şaşkın bakışları arasında şişeden su içirdim. Sanırım 8 aylık bir bebeğin şişeden su içmesine alışkın değillerdi. İpek 6 ay sadece anne sütü ile beslendi ve hiç biberon almadı. Evdeki iki biberonun emzik kısımlarını diş kaşımak için, şişelerini matara olarak, kapaklarını da bardak olarak kullanıyoruz. Zira İpek bardaktan su içmeye alıştı. Hatta bardağı eliyle tutarak kendisi su içebiliyor. Elbette içtikten sonra o bardak oyun aracı haline geliyor ve sular dökülebiliyor veya bardak uçabiliyor. Ben de evdeki cam bardaklarımızın kazaya kurban gitmemeleri için biberon kapaklarını bardak yaptım şimdilik. (Avent biberonlarda BPA içermediği belirtildiği için daha uygun olur diye düşündüm)
Suyunu içtikten sonra yine birşeyler yemek istedi ben de fırın reyonundan kepekli galeta verdim eline, bayağı oyaladı.

Katı gıdaya başlamamızdan kısa bir süre sonra Baby Led Weaning ile tanışmamış olsaydım durumumuz farklı olabilirdi. Sebze çorbası, meyve püresi ve yoğurt yerine yiyecekleri parmak büyüklüğünde keserek İpek'in eline vermeyi tercih ettim. Halen dişi çıkmamış olmasına rağmen birçok yiyeceği eliyle tutup çiğneyerek yiyebiliyor. Baby Led Weaning ile ilgili tecrübelerimizi biraz daha detaylı ayrı bir yazıda paylaşmak istiyorum çünkü eğer bu yazılar birilerine ulaşabilecek ise ve bu yaklaşıma yakın olabilecek bir anneye ilham olabilecekse çok sevinirim. Tıpkı bir arkadaşımın bana ilham verdiği gibi.

Daha kısa yazmayı planlıyordum. İlk yazı... ilk heyecan...